Makale

ORTADOĞU’NUN KADERİ

İslam dünyasında uzun yıllardır tartışılan “kader” meselesi insan merkezli olarak düşünülmüştür. Bu tartışmalara insanın konu olması iradi varlık olmasındandır. İradi varlık olmak, dine muhatap olmayı da iltizam eder. İnsanın eşref-i mahlûk olması iradi/akli varlık olmasıyla irtibatlı bir durumdur. İnsan aklı sayesinde yapıp/eder. Ancak insanın yapıp etmesini sağlayan sürecin tamamı içerisinde bulunulan şartlar ile belirlenir. İçinde bulunulan aile, yakın çevre, uzak çevre, şehir, toplum ve coğrafya insanın bütün yapıp etmelerini etkiler. Bu etkileme o kadar üst seviyededir ki bazı düşünürlerin insanı; “kendini özgür hissetsen ancak kendisinde özgür olmayan varlık” olarak tanımlamalarına sebep olmuştur. İslam ilim geleneğin en parlak simalarından biri olan GAZZALİ’nin düştüğü efsanevi krizin genel sebeplerinden biriside insanın bu tesirlere mahkûmiyetidir.

İnsan kuşatılmış bir varlıktır. Bu kuşatmanın en genel kavramı kuşkusuz mekân yani coğrafyadır. İnsan, coğrafyasının çocuğu olarak varlık sahasına girer. İbn Haldun’un ifadesi ile tabiat insana ve insana dair şeylere tesir eder. Bu tesir hem insanın iç dünyasına yönelik hem de algılama biçimlerine yani kendisi dışında olanlara yönelik bir tesirdir.

Peki, coğrafyaların bir kaderi var mıdır?

Allah Kur’an da birçok kez her şeyin (insan, toplum, şehir, medeniyet, hareket, cemaat, coğrafya) kaderle yaratıldığını ifade etmektedir. Bu kader ilk anlamı ile ömür olarak anlaşılabilir. İkinci anlamı ise var olduğu sürece tesir alanıdır.  Coğrafya dikkate alındığında kader ile yaratılmak; coğrafyanın ilahi irade tarafından çeşitli zamanlarda muhatap alınanlara ev sahipliği yapması ve bazı kişilere vaat edilmesi ile alakalı bir durumdur. Coğrafyanın kaderinde en önemli etken ise bizzat kendisinin mübarek, bereketli ve kutsal sayılmasıdır. Bu sayılma dikkate alındığında dünya coğrafyasında kaderi kendisinin önüne geçmiş yegâne yer Ortadoğu’dur.

Ortadoğu’nun kaderini etkileyen olayların başında Allah tarafından bundan tam 4500 yıl önce Hz. İbrahim kuluna bu coğrafyanın vaat edilmesi gelir. Harran’dan başlayan kutlu kervan; önce Halep’e adını vermiş, ardından Şam ve bölgesini şekillendirmiş, akabinde Kudüs, Mısır ve nihai olarak Faran dağlarına uğramıştır. Bu gün bu coğrafyada bulunan birçok şehrin ismi Hz. İbrahim’le alakalıdır. Harran, Hz. İbrahim’in kardeşinin adıdır. Halep, kıtlık zamanında Hz. İbrahim tarafından sağılan beyaz ineğin sütüdür. Suruç, Hz. İbrahim’in büyük dedesinin adıdır. Bu ve buna benzer birçok adlandırma Hz. İbrahim’in hatırasını yaşatmaktadır. Çünkü bu coğrafyanın kaderi Hz. İbrahim ile şekillenmiştir ve bu coğrafyanın evvel emirde sahibi Hz. İbrahim’dir.

Modern dönemlere kadar bu coğrafyada değerli olmak Hz. İbrahim’e yakın olmakla alakalı bir durumdu. Hz. Peygamber döneminde bile din grupları arasındaki en büyük tartışmalardan biri Hz. İbrahim ve dini meselesidir. Kur’an da uzun bir şekilde anlatılan bu tartışmalarda Hz. İbrahim’in mirasının gerçek temsilcisinin Hz. Peygamber (sav) ve ona tabi olanlar olduğu birçok kez vurgulanmıştır.

Peki, nedir Hz. İbrahim’i bu kadar önemli kılan? Bu soruya verilecek tek cevap kuşkusuz Hz. İbrahim’in Tevhid mücadelesinin sembol ismi olmasıdır. Aslında bu coğrafyanın kaderi ilahi muradın tahakkuk ettirilmesi ya da ettirilememesi ile ilgili bir durumdur. Daha kapsayıcı bir ifade ile belirtirsek bu coğrafyanın kaderi Hak ile Batıl mücadelesidir. Hak ve Batıl mücadelesi sadece siyasi bir mücadele değildir. Hak ve Batıl mücadelesi dini Allah’a hasretme mücadelesidir. Bu mücadele şirkin her çeşidinin ortadan kaldırılması ve tevhidin sağlam temeller üzerinde ebedi olarak vaz edilmesi mücadelesidir.

Bu coğrafyada M.Ö. 2300’lerde Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup, Hz. İsmail ve torunları ile başlayan hak ve batıl mücadelesi; M.Ö. 1200’ler de Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. Yuşa ile devam ettirilmiş; M.Ö. 600’lerde Hz. Samual, Hz. Davut ve Hz. Süleyman tarafından tekrar sistemleştirilmiştir. Milatta ise Hz. İsa, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya ile tekrar ivme kazandırılan Tevhid mücadelesi Hz. Muhammed (sav) ile de muhkem hale getirilmiştir.

Hz. Peygamberin irtihallerinden sonra ise coğrafyanın kaderini, kendini hak üzere zannedenler ile gerçekten hakkı temsil edenlerin mücadeleleri şekillendirmiştir. Tarihsel olarak İlahi lütfa mazhar olan bu coğrafyanın evvelki sahipleri Yahudi ve Hristiyanlar bu lütfun kendileri ile kaim olduğu yanılgısına düşerek Hakkı temsil etme özelliklerini kaybetmişlerdir. Bu kaybediş ilkesel bir sapmadan kaynaklanmaktadır. Tarihin belirli bir zaman diliminde bir lütfa mazhar olmak lütfun devamlılığını gerekli kılmadığı gibi lütfa mazhar olanların nesillerini de bu lütfun tek varisleri haline getirmemektedir. Bu ilkesel gerçeklik karşısında din milliyetçiliğine düşen mezkûr gruplar hak batıl mücadelesinde tam bir sapma ile batılı temsil pozisyonuna gelmiştir.

Bu ilkesel sapmanın Ortadoğu coğrafyasının kaderine tesiri, kan ve gözyaşı olmuştur. Tarihi seyir içerisinde milyonlarca insanın hayatına mal olan haçlı seferleri başta olmak üzere halen etkileri devam eden birinci dünya savaşının ve son dönemlerde oraya çıkan vekâlet savaşlarının temel gayesi ilkesel olarak kaybedilen hakikat taşıyıcılığı vasfının kuvvet ve zulüm ile geri alınma çabasıdır.

Filistin meselesinden, Suriye ve Irak meselelerine kadar her türlü kitlesel olayın ardında Hz. İbrahim’e vaat edilen bu coğrafyanın gerçekte sahibinin kim olduğu tartışması yatmaktadır. Oysa Hz. İbrahim’in üstlenmiş olduğu misyon Tevhid’in yani hakkın mücadelesidir. Bu mücadele ırk, din ve mezhep tartışmalarının fevkinde bir konumdadır. Bu fevkindelik hakikate varis olma özelliğini metafizik bir ilkeye yani Tevhid ve hak olma ilkesine ulaştırmaktadır.

İslam, Hakkın ve Hakikatin yegâne temsilcisidir. İslam’ın sahip olduğu bu hakikat üstünlüğü Müslümanları bu coğrafyanın doğal varisi haline getirmiştir. Müslümanlar asırlar boyu varis/emanetçi olmanın gerektirdiği şekilde bu coğrafyada hayatlarına devam ettirmekle kalmamış, coğrafyanın gerçek sahibi olan Hz. İbrahim’in mücadelesi tevhide göre de coğrafyayı şekillendirmiştir.

Müslümanlar tevhidin sancaktarlığını yaptığı sürece bu coğrafyanın varisi olarak kalacaklardır. Varlıksal yahut toplumsal düzlemde tevhidin bozulması Müslümanları varislik durumundan uzaklaştırmaktadır. Bu günlerde gündeme gelen Müslümanlara dayatılan güncel çatışma alanları bu tevhidi bozma girişimleri olarak idrak edilmelidir. Kaynağı meşkûk terör örgütleri veyahut ısrarla sıcak tutulmak istenen mezhep ve meşrep savaş senaryoları Müslümanların toplumsal tevhidini hedef alan saldırılar olarak kodlanmadığı sürece aşılması zor engeller olarak karşımızda durmaya devam edecektir. Tevhid, tabiatı gereği her alanı kuşatması gerekir. Varlık düzleminden, ahlak düzlemine, fert ve bireyden topluma tevhidin korunması güncel sorunların çözümü için anahtar hüviyetindedir.

  

İdris CEVAHİR

Eğitim ve Kültür Hizmetleri Yöneticisi