HABERLER

Gençler Soruyor'un Konuğu Edebiyatçı-Yazar Ali Haydar Haksal
Bir medeniyette eğer sanatçılar, düşünürler yukarıya doğru çıkıyorsa o zaman kültürün veya düşüncenin diğer alanları da onlarla beraber yükselişe geçer...

 

Gençler Soruyorun Konuğu Edebiyatçı-Yazar Ali Haydar Haksal - HABERLER - İKEV - İlim Kültür ve Eğitim VakfıGençler Soruyorun Konuğu Edebiyatçı-Yazar Ali Haydar Haksal - HABERLER - İKEV - İlim Kültür ve Eğitim Vakfı

 

 "Gençler Soruyor" Röportaj Dizisinde İkev İsilam Üsküdar İlahiyat Öğrenci Yurdu öğrencilerimiz “Gündem Arasında Kendini Yitiren İnsan” konusunu Edebiyatçı-Yazar Ali Haydar Haksal’a sordular…

Röportaj

13.02.2018

Yedi İklim Dergisi Merkezi

Yakup DÖNMEZ , Yusuf DOĞMAÇ /M.Ü İlahiyat Fakültesi I. Sınıf Öğrencileri

 

 

-Yaşadığımız çağda ‘işgal’ dediğimiz mefhum egemen bir gücün başkalarına ait sınırları, belli bir coğrafyayı istila etmesini kapsamıyor/karşılamıyor sadece. Zihinlerin de işgal/istila edilmesi söz konusu, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Burada bizim üzerinde durmamız gereken, Batılılaşma sürecine girdiğimizden beri kendi kavramlarımızla düşünmüyor olmamız. Kendi düşüncemizle kendimizi ortaya koyamıyoruz. Sürekli yabancı kavramlarla kendimizi tanımlamaya çalışıyoruz. 250 yılı aşkın, 300 yıla yakın bir zamandır Müslümanlar zihin dünyalarındaki bu kavramların bunalımını ve bulanıklığını yaşıyorlar.

Şöyle de ifade edebiliriz, Müslümanların başına bela olan Batı’nın kavramları zaten kendilerinin problemi. Buradan başlarsak Reform, Rönesans, Fransız İhtilali ve darbelerinden sonra Batı’nın temel sorunu İslam düşüncesi karşısında kilisenin yetersizliği. Kilisenin yetersizliği ortaya çıkınca bu sefer Batılı aydınlar kiliseyi bir kenara bırakarak onun yanında yeni ideolojiler üretmeye başladılar: Sosyalizm, Marksizm, Faşizm, Muhafazakarlık, Nihilizm… Birçok kavramı bu bağlamda ele alabiliriz. Sağ ve sol kavramları yine bu düzlemde ele alınabilir. Şu anda Türkiye’deki Müslümanlara sorsanız herkes kendini sağcı olarak tanımlar ama sağ kavramının ne anlama geldiğini ve niçin kullanıldığını bile bilmez. Yani burada başlıca sorun zihinlerin işgal altına alınmış olmasıdır.

-Bu konuda Aydınlarımızın rolü nedir?

Zihinlerin işgaliyle birlikte, Batılılaşma etkisi altına giren aydınlarımızda ciddi anlamda birtakım sorunlar var. Batılı aydınların kiliseye karşı savaş açmaları bizim topraklarımızda yaşayan, Batı’ya ruhunu adamış olan veya oraya bağlanmış, yönünü oraya çevirmiş olan aydınların da dine karşı bir eğilime, bir mücadeleye girmesi gibi bir sonuç doğurdu. Yani Hristiyanlıkla İslam’ı birbirine eşdeğer olarak kabul ediyorlar, oysa Hristiyan Dünyasının problemi kendi kitaplarının olmayışı. Var olan İnciller -tabi İnciller diyoruz bir tek İncil’den bahsetmiyoruz, sayısız İncil var- geçmiş zamanda 450 civarında olan İncil sayısı 4’e indirilmiş, buna Barnabas İncil’i gibi şeyler de dahil ediliyor. Dolayısıyla kilisenin temel sorunu kitap bütünlüğünün olmaması.

Burada zaten Batılı aydınların da farkında oldukları –özellikle son zamanlarda- Voltaire Bier, Renan ve diğer Fransız aydınları üzerinde yaptığımız çalışmalarda Müslümanların bir tek kitabının olması ve çok parçalı olmayışları onların başlıca sorunu yani başlıca düşünce alanları diye düşünüyorlar. Bundan dolayı da Müslümanları nasıl parçalarız, nasıl birbirine düşürebilirizin yoğun faaliyeti içindedirler ve hala bu devam ediyor.

-Bu meydan okumaya o dönem cevap verebildik mi?

Sanayi devriminden sonra Müslümanların gerileme sürecine girmesi yani bu teknoloji karşısında yeni hamlelerde bulunamayışları, Osmanlı Devleti’nde medresenin tıkanması, kendisini açmaması Müslümanların da başlıca sorunu. Ama bu sorunun da gene İslam coğrafyasını parçalamaya dönük olan yönü Fransız İhtilali ile başlayan bu kavramlarla birlikte ırkçı bir sürecin başlamış olması. Osmanlı Devleti takriben 36 kavimden ve topluluktan oluşuyordu. Osmanlı Devleti’nde 4 ayrı kültürün mensupları vardı: Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve Sabiiler. Bunların ayrıca mezhepleri vardı. Hristiyanların da mezhepleri vardır: Ortodokslar, Katolikler vesaire. Şimdi bunları Süryaniler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, kendi coğrafyamız içinde Makedonlar gibi daha fazla da açımlayabiliriz. Tüm bu topluluklar bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin himayesinde rahat ve özgürce yaşayabiliyorlardı. Tabi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla dünyanın dengesi bozuldu ve değişti. Osmanlı Devleti bir dengeydi. O denge de ciddi anlamda Batı emperyalizmine karşı büyük bir güçtü ve bu gücün karşısında sadece Müslümanlar değil bütün mazlum topluluklar himaye altındaydı.

Yani bakıyorsunuz Afrika’da Müslüman olmayan veya uzak doğuda Müslüman olmayan topluluklar Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunuyor ve Osmanlı sultanları oraya yardım ve desteğe gidiyorlar, onları bağımsızlıklarına kavuşturuyorlardı.

Burada tabi sanayi devrimiyle birlikte teknolojinin gelişmesi, özellikle medyanın çok etkili olması, Hollywood gibi sinema sektörünün gene bu emperyal düşüncenin güdümünde olması -tabi ki şu gerçeği de unutmamak lazım- özellikle Yahudi, İngiliz ve Amerikan iş birliği uzun bir zamandan beri –Balfour bildirisinden beri- süregelmekte. Onların bir iş birliği var. Dolayısıyla dünya sermayesini de eline geçirmiş olan bu ırkçı sermaye dünyayı ne kadar parçalayabilirse ne kadar ırklara ayrıştırabilirse ve bunları ne kadar birbirinden uzaklaştırabilirse bunda başarılı olmuş oluyor. Dolayısıyla da bütün dünyayı bir kaosa bir karanlık sürece sürüklemiş bulunuyorlar. Ve özellikle de İslam coğrafyasında Müslümanların yaşamış olduğu coğrafyayı bu anlamda bölüp parçalama dağıtma sürecini hala sürdürüyorlar.

Şunu hesaba katmak durumundayız ki; Müslümanlar kendi içinde de sorunlu. Yani yönetimden tutun ‏aydınlarına kadar ciddi anlamda sorunlar var. Şimdi siyasiler ve yönetime gelenler genellikle batı güdümlü gelmiş oluyorlar. Yani emperyallerin belirlemiş olduğu şartlarda ortaya konulmuş oluyorlar.

-Bu konuda örnek verir misiniz?

Bunun en somut örneği Afganistan. Irak işgalinden beri çok somutlaşan, daha sonra da Arap Baharı diye tanımlanan o emperyal dalgadan sonra Müslümanların daha kontrol altına alınabilirliğini sağlamak. Ayrıca bu Müslüman toplulukların yöneticilerini değiştirip kendilerine uygun hale getirmek istiyorlar.

Bugün iki önemli haber var: birincisi Suudi Arabistan kendi hava sahasını İsrail’e açmış bulunuyor, bu çok önemli bir şey. İkincisi Mısır’ın fiili olarak İsrail iş birliği ile ilgili ciddi anlamda bir ikili haline gelmiş olması.

 Diğer Arap toplulukların da yine bizim ‘ırkçı emperyalizm’ diye tanımladığımız, dünyayı sömüren, çekip çeviren bu gücün güdümüne girmiş olmaları. Bir diğer taraftan da yine bugün ve dünden beri İsrail uçaklarının Şam’ı bombalaması…

 Bu tabi ki Müslümanlar açısından oldukça vahim bir durumdur. Sizin Şam diye bir beldeniz var, bir kültür merkeziniz var -İslam milletinin bir kültür merkezi- ve burayı Yahudiler bombalıyor. Burada tabi ki güdümlü olan siyasilerin ayak bağlarının da oraya bağlı olması, güdümlü olmaları, kendi başına özgür hareket edemeyişleri… Yani kendi başlarına hareketi etmeye kalkıştıkları zamanda zaten anında devre dışı bırakılmış oluyorlar.

-Peki Hocam, Müslümanlar bu sorunu nasıl çözecekler?

Müslümanların bu sorunun üstesinden gelebilmeleri için öncelikle birbirine yakın olan ülkelerin, yani buna Türkiye özelinden baktığımızda; diyelim Türkiye ile Katar yakınlaşması oldu. Bu önemli bir gelişmeydi. Bu ilk yakınlaşmanın içerisine şimdi Pakistan’da ciddi anlamda Amerika’ya karşı tepki gösteriyor durumda. Fas’ta yine benzer bir eğilim var. İran’ı da dahil ederek en azından bu birkaç ülkenin iş birliği ile yeni bir süreç başlatılmış olabilir. Bunu başlatabilmek için de ciddi bir irade gerekiyor. Hatta şunu da ifade edelim ki: Türkiye’nin kavgalı olduğu, savaş halinde olduğu Suriye ile bile oturup bir anlaşma sağlaması lazım veya Irak’la anlaşma sağlaması lazım. Emperyalizmin oyunlarını bozabilmenin bir yolu varsa budur. Şimdi burada tabi ki emperyalizm veya kendi içimizdeki güdümlü olanlar buna çok fazla da fırsat vermiyorlar. Mezhep gerilimi, ırk gerilimi, şu veya bu gerilimi gibi birtakım insanların hamasi duyguları kabartılarak, köpürtülerek maalesef bunların da önüne geçilmiş oluyor. Biz kendi içimizde bir kere bütün değiliz. Kendi içimizde bütünlüğü sağlayamadığımız sürece bunda çok da başarılı olabileceğimizi tabi düşünemiyoruz. Ama bunun üstesinden gelmenin yolu bu konuda ısrarcı olmak. Yani kendi içimizdeki aydınlarla bile biz bu sorunları ciddi anlamda yaşamaya devam ediyoruz.

-Yaşananlara çözüm odaklı olmayan anlık, hamasi, duygusal, romantik tepkiler vererek bu tepkilerin vicdan tatmin etme ayinlerine dönüşmeye başlaması ve bunun alışkanlık halini alması insani kimliğimizi yozlaştırıyor mu? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Doğu toplumları duygusaldır. Yani Batılılar gibi bir bakışa sahip değiller maalesef. Şimdi Doğu duygusallığında da zaman zaman aşırılıklara doğru hızla gidiliyor ne yazık ki. Yakın zamanda Türkiye ile Rusya arasında bir uçak krizi yaşandı. Aslında bu uçak krizinin, daha önce yaşanmış örnekleri var: İtalya, Yunanistan veya başka ülkeler… Şimdi bunların nedenleri üzerinde durulmadan çok tuhaf bir şekilde hamasi duygularla saldırıya geçiliyor.

 Burada sonradan ortaya çıktı ki Rus uçağını düşüren emperyal güçler yani Amerika vs. Şimdi burada o kadar hamasi duygularla ortaya atılındı ki Osmanlı ruhu canlandırıldı adeta. ‘Artık Sovyet Rusya’nın işi bitmiştir, biz Sovyet Rusya’yı yerle bir edeceğiz’ gibi saçma sapan duygularla bu millet köpürtüldü ve buna ciddi anlamda inanıldı. Yakın zamanda güneyimizde yaşanan olaylara da baktığımızda Musul ve Kerkük olayları yaşandı.  Musul ve Kerkük olaylarında 86.-87. vilayet diye tanımlanan bir hamasi duygu… ‘Ordularımızla, sivillerimizle gireceğiz, burayı yeni bir vilayet yapacağız’ hamaseti…

Emperyalizm buna bir kere izin vermez. Petrol yataklarının olduğu bu bölgeler zaten Amerikalılar, İngilizler tarafından Irak işgalinden beri ipotekli, dolayısıyla burada hamaset daha çok gündeme geliyor. Bu son Arap Baharında da bu hamasi duyguyu ciddi bir biçimde yaşadık. Arap Baharı diye tanımlanan emperyal dalgada artık Müslüman topluluklar gidecek, herkes kendi yönetimini ele alacak ve iradeleriyle kendilerini yönetecekler anlamında çok bönce çok safça ve aptalca bir duyguya kapıldılar. Şimdi bu duyguya kapıldıktan sonra da varılan sonuç ortada. Yani Libya darmadağın olmuş, Mısır iyice İsrail’in güdümüne sokulmuş, diğer topluluklar etkisiz hale getirilmiş, Tunus ve Cezayir… Bunlar etkisiz hale getirilmiş. Suriye’de 5-6 yıldır bir kavga var, bir savaş var. Burası tahliye edilmiş buradaki insanlar -12 milyona yakın insan- tahliye edilmiştir. Bunun üç buçuk milyonu sadece Türkiye’de. On binlerce Suriyeli çocuk götürülüp Avrupa’daki kiliselerde vaftiz ediliyor. Böyle bir süreçte bunların duygudan çok hamasetten çok, duygu köpürtmesinden çok akılla, bilinçle ve sağlıklı bir bakışla ele alınması gerekiyor. Yani ‘bu emperyal oyunları nasıl bozabiliriz? Müslümanlar arasında birlik nasıl sağlanabilir’ bunun üzerinde düşünülmesi gerekiyor.

-Peki hocam, gündem! Gündemler arasında yitirilen, yozlaşan insani kimliğimizin vebalini, suçluluğunu kendi üstümüzden atarak tek suçlunun bunu yapmayı amaçlayanların olduğunu düşünmek, söylemek adil değil bizce! Çünkü sömürülebilmek için sömürülmek istenenin sömürüye açık olması gerekmekte. Deyim yerindeyse, kimlik erozyonuna/yozlaşmasına uygun bir tarla haline gelmemizde kitabın, şiirin, edebiyatın, yani ‘okumanın’ hayatımızda yeteri kadar yer kaplamamasından mı kaynaklanıyor? Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Bir kere tabi aydın sorunumuz var bizim. Yani Müslüman Aydınlar sorunu var. Müslüman aydınların özellikle siyasilere yön göstermesi gerekiyor, düşünce üretmesi gerekiyor, idari yönetimde olanların önünü açması, fikir üretmesi gerekirken maalesef aydınlarımız siyasi dalganın o köpürtülen havasına kapılarak, onlarla birlikte savrulmuş oluyorlar. Bu savrulmada tabi sağlıklı bir süreç yaşanamıyor. Maalesef yakın zamanda yaşanan olaylara baktığımızda da bu çok belirginleşiyor. Türkiye’de İttihat ve Terakki ile birlikte ırkçı bir sürece giren bu coğrafyada, -özellikle Türkiye düzleminde ele alırsak- bir dönem yaşandı. Cumhuriyet Halk Partisinin temel umdelerinden birisi de milliyetçiliktir. Yani milliyetçilik kavramı cumhuriyet ideolojisinin temel bir felsefesidir. Diğer partilerde de tabi ki var. Fakat 70 yıldır İslami mücadelede olan Mehmet Akif ile başlayan daha sonra Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç -yani diriliş ekolünün-, sonra Millî Görüş hareketinin -siyasal anlamda-, edebiyat dünyasındaki Edebiyat Dergisi, Nuri Pakdil çevresi, Mavera Dergisi çevresi Yöneliş Dergileri gibi bir İslami düşünce bilinci ve süreci sanatta, edebiyatta, kültürde, siyasette ciddi bir hamlede bulundu; epeyce de mesafe alındı. Fakat ne yazık ki şu son zamanlarda eskiye dönülerek, daha doğrusu İttihat ve Terakki sürecinin o ruhuna kapılarak İslami düşünceden uzaklaşma durumu maalesef söz konusu. İslami düşünceden de uzaklaşılınca ideolojiler veya birtakım tavırlar dinin önüne geçiyor. Irk dinin önündedir, bayrak dinin önündedir, marşlar dinin önündedir. Bütün ırklar için söylüyoruz. Araplardan, Acemlerden, Kürtlerden, Türklerden… Hemen herkes kendi ırkını önceler hale gelmiştir. Mezhepler dinin önüne geçmiş oluyor. Kimi sapkın mezhepler bile bunun önüne geçmiş. Diğer taraftan bakıyorsunuz tasavvufi ekoller ve gruplar tamamen sermayenin -yani holdingleşerek- güdümüne girmiş bulunuyor. Yani bunların düşünce üretmeleri, hakkaniyetle bir şey ortaya koymaları tabi çok düşünülemiyor ve yapılamıyor zaten. Böyle bir sorunla da karşı karşıya bulunuyoruz. Burada da sanatta, edebiyatta, düşüncede, kültürde, İslam medeniyetine bağlı, İslam düşüncesine bağlı yeniden o dirilişin sağlanması gerekiyor. Bu diriliş sağlanamadığı sürece de Müslümanların yeniden toparlamasından söz edemeyiz. Tabi Müslümanlar arasında o kadar çok akım o kadar çok grup var ki birisi diğeri ile örtüşmüyor. Birisi diğerinin yanında yer almıyor. Zaten tekfircilik, ötelemek, dışlamak artık bir alışkanlık ve yaşama biçimi haline geldi. Maalesef bunlar da Müslümanların başlıca sorunları.

-   Peki hocam, sizce biz gençlerin gündemi ne ile dolu olmalıdır?

Gençlerin en temel düşüncesi İslam medeniyeti merkezli bir kültürel birikim sağlanması olmalıdır. Yani İslam medeniyetinin Peygamber Efendimizden bugüne kadar ne kadar birikimimiz varsa veya medeniyeti kültürü ötelemeden herkesin kendi alanında, branşında ciddi anlamda derinleşmesi, çok okuması, çok düşünmesi, çok çalışması ve çok çabalaması gerekiyor. Ama bilinçli ve kendinden de fedakârlık etmesi gerekiyor. Bir çileyi de göze alması gerekiyor. Çileyi göze almadan hiçbir şey yapılmaz. Bir Müslümanın gençleri kendine dert edinmesi gerekiyor. Davasını, inancını, düşüncesini, medeniyetini, kültürünü kendisine başlıca dert edinmesi ve bunlara da aşk ile bağlanması gerekiyor. Burada temel kavram dertli olmak ve âşık olmak. Kendi davasına, düşüncesine, inancına âşık olmak ve dertli olmak. Derdi olmayan insanlarla zaten bir yere varılmaz, aşk ruhunu taşımayan insanların da hiçbir şey yapacağı yoktur. Bundan dolayı yapılması gereken özellikle Üstat Sezai Karakoç, Necip Fazıl gibi önderlerimizin ortaya koymuş olduğu düşünsel doğrultuda yolumuzu sürdürmemiz en belirli olanı. Siyasal anlamda Millî Görüş düşüncesinin, İslam medeniyeti düşüncesine bağlı kaldığı sürece desteklenmesinde yarar görüyoruz. İslam’a hizmet eden kim varsa, samimi ve sahih ise onlarla beraber olmak temel sorumluluğumuz.

-Peki hocam, özelde biz ilahiyatçı gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Yani az önce söyledim zaten, İlahiyatçı ya da değil hiç fark etmiyor. Tabi sizin sorumluluğunuz biraz daha ağır. Bir kere amentü bağlamında iman etmiş olan insanlara elbette ki Cenabı Hakk’ın bir müjdesi vardır. Amentü bağlamında iman edenlere bir korku yoktur. Bunu Bakara Suresi 64. ayette de görüyoruz. Allah’a iman eden, hayırlı iş işleyen, ahiret gününe inanan kişiye korku yoktur. Fakat ilim adamı olacaksınız. İlim yolundaki mücadele ve mücahede şehadet makamına götürür insanı. Kalemin gücü silahın gücünden çok daha fazladır. Bu zamanda özellikle kalemi, yazmayı, anlatmayı ve düşünmeyi merkeze almak gerekiyor. Çünkü silahlar insanları öldürüyor. Bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir, bir insanı diriltmek bütün insanları diriltmek gibidir ilkesi de bizim kitabımızda Cenabı Hak tarafından bize göstermiş olduğu temel yol. O zaman bizim çabamız insanı diriltmek üzere olmalı. Ve bundan dolayı da kalemimizle, sözümüzle, gücümüzle kendimizi ortaya koyup insanlara ne kadar faydalı olabiliriz?

İkincisi bunu sürekli olarak söylüyorum ki; insanlar -dışımızdaki insanlar İslami duygu ve düşünceden uzak olan insanlar- bizim neyimize bakıp da İslam’ı tercih edecekler? Yani hangi davranışımıza hangi sözümüze hangi yaklaşımımıza güvenerek gelip bizimle birlikte olacaklar? Veya şöyle de sorabilirsiniz; Efendimiz 40 yaşında müşriklerin bu kadar putperest olduğu bu kadar karanlık olduğu o dönemde geliyor, insanlara diyor ki: ‘Allah birdir, Muhammet O’nun kulu ve resulüdür’ ve insanlar ona yavaş yavaş iman etmeye başlıyorlar, inanmaya başlıyorlar. Peki bu insanlar niçin peygambere gelip güvenerek iman ediyorlar. Halbuki diğer peygamberler de gelmiş. Geçmiş zamanda gelen peygamberler var. Onlar da tabi Allah’ın elçileridir. Fakat Peygamber Efendimizin o 40 yıl boyunca insanlara vermiş olduğu, ortaya koymuş olduğu bir hayat vardır, bir güven duygusu vardır, bir eminlik duygusu vardır. Yani insanlara söylüyor, en yakınları hemen gelip bağlanıyorlar. Hz. Ebubekir en yakın arkadaşı, Hz. Hatice Validemiz. Hz. Ali veya yakınındakiler gidip kendisine bağlanıyorlar. Ve hatta Efendimizi öldürmeye karar verdiklerinin gecesi biz bunu niçin öldürüyoruz tartışmasını yaparlarken bile orada şöyle söyleyelim; bu yalancıdır, hayır diyorlar o asla yalan söylemez, büyücüdür diyelim, hayır o asla büyü yapmaz. O zaman bizlerin de Peygamber Efendimizin yaşama, davranış biçiminde olduğu gibi güvenilir ve emin karakterler sergilememiz gerekmektedir. Ve bu da sizlere ve bizlere bağlıdır. Yani biz ne kadar hayatta adil olursak ne kadar hakkaniyetli olursak insanlara o kadar güven veririz. Yani Alimin mürekkebi şehidin kanından daha kıymetlidir! İnsan kanı akıtmak yerine insanı kurtarmanın mücadelesi içinde olmamız gerekiyor.

-Evet hocam. Yani toplumla beraber, bir arada, iç içe olmamız, bir aydın olarak önce kendimizi donatmamız, daha sonra toplumu kendi seviyemize çıkarmamız lazım. Yani toplumu bir şekilde irşat etmemiz, toplumla bağlantımızı kuvvetlendirmemiz gerekiyor değil mi hocam?

Biz bunları kendi hayatımıza çok yaşadık. Geçmiş zamanda ideolojik olarak sadece sağ ve solun egemen olduğu bir Türkiye’de yaşıyorduk. İttihatçı geleneğin egemen olduğu bir süreç yaşanıyordu ve Türkiye ciddi bir dönüşüm geçirdi. Nasıl geçirdi? Büyük bir çaba büyük bir emek verildi. Yani burada âlimlerin de katkısı var. Sadece 3-5 kişiyle değil toplumca bu milletin bir kaynaşması ve bu kaynaşmayı ciddiye alması ile bugüne gelindi. Ama bugün ne yazık ki terse doğru gidiliyor. Bizim üzüldüğümüz nokta da burası. Müslümanlar sekülerleşti. Müslümanlar ırkçı hale geldi. Biri diğerinden fark etmiyor, biri diğerinden ayrı değildir. Maalesef böyle bir sürece girildi. Yani zihin dünyamızda putlar oluştu. Türkiye’ye Misak-ı Milli sınırları ile belirlenmiş bir toprak parçası verdiler. Ve sen bu toprak parçasını kutsuyorsun. Bu kutsamayı eğer bu noktaya taşırsan o zaman ne Mekke’yi ne Medine’yi ne Şam’ı ne Bağdat’ı ne Kudüs’ü savunabilirsin. Elin oğlu Yahudi der ki; sen git kendi topraklarına bak sana ne Suriye’den Şam’dan Bağdat’tan Mekke’den Medine’den Kudüs’ten… Bugün Müslümanların en temel sorunu da budur maalesef. Biz gidiyoruz kendi topraklarımızı bombalıyoruz. Şam’ı bombalıyoruz, Bağdat’ı bombalıyoruz. Onlar gelip bizim topraklarımızı bombalıyor. Fark etmiyor ki, yani sen, ben, o fark etmiyor. Müslümanların yaşadığı bütün topraklar Müslümanların mülküdür! Yani şimdi Hatay bir süreçte Suriye’nin yönetimindeydi. O zaman düşman toprakları, bize geçince mi kutlu topraklar oldu? Yöneticileri bir kenara bırakacağız. İnsanına bakacağız, toprağına bakacağız, kültürüne, medeniyetine bakacağız… Buna bakacağız. Emperyalizm şuna bakmıyor; Suriye’de çok iyi bir hadis Alimi Kürt kökenli bizim Güneydoğu’dan gidip Şam’da olan bir alimi camii içinde şehit ettiler. Böyle garip bir dünyada yaşıyoruz. Müslümanların tabii ki sorunları çok fazla... Maalesef aydınlarımız da akademisyenlerimiz de bilim adamlarımız da bu olaylar üzerine yeterince düşünmüyorlar. Yani biraz bu bizim sorunumuz aslında.

-Peki okuma olarak ne tavsiye edersiniz hocam?

Siz ilahiyatçısınız. Klasik kitapları okuyorsunuz tabi. Bunun yanında Sezai Karakoç’u önemsiyorum ben. İslam medeniyeti, İslam toplumu, İslam devleti bilinci, tarih bilinci, kültür bilinci, düşünce bilinci bağlamında... Özellikle genç arkadaşlarımıza Sezai Karakoç’u merkeze almalarını tavsiye ediyorum. Ve ondan sonra tabi ki Nuri Pakdil’den, Cahit Zarifoğlu’ndan, Rasim Özdenören’den, Necip Fazıl’dan Akif’ten, Bediüzzaman’dan... Kendi dışımızdaki Mevlana’dan, Muhyiddin İbn-i Arabi’den veya tasavvufi eserleri, kaynakları, klasik kaynakları… Yani bütüncül olarak özellikle diyelim ki ilahiyat biliminde olan, bu alanda çalışma yapan bizler veya sizler yukardayız. Yani geriye doğru bakacağız veya geleceğe dönük bakacağız. ‘İlim müminin yitik malıdır’. Ne varsa bunları alıp kendimize dönüştürmemiz gerekiyor ve beslenmemiz gerekiyor. Şu örneği ben söylüyorum, yakın zamanda bunun da üzerinde ısrarla duruyorum: Peygamber sevgisi vaazlarla çok fazla anlatılmıyor. Ama bir naat-ı şerifin bir mevlidi şerifin insan üzerindeki duygusu çok daha fazladır. Bunun entelektüeli de avamı da havası da bundan etkileniyor ve orada ağlıyor, gözyaşı döküyor. Bir peygamber sevgisini hissediyor burada. Kürsüye vurun bağırın çağırın; işte Efendimiz şöyledir böyledir deyin. E sen onu yaşamıyorsun ki…

-Hocam burada aslında edebiyatın günlük hayatımızdaki önemine de dikkat çekebilir miyiz? Yani vaazla anlatılırken bu kadar etkili olmayan, bir şiirle bir naatla anlatılırken daha etkili nasıl oluyor?

Yani bir mesnevi ile bir rubai ile bir dörtlükle. İnsanlar okuyor işte. Sevelim sevmeyelim Yunus Emre gerçeği var, Süleyman Çelebi, Süleyman Dede gerçeği var. Veya Sezai Karakoç var, Necip Fazıl var, Mehmet Akif var. Bunlar çok daha etkileyici, çok daha fazla insanın ruhuna hitap ediyor. Yani bir kere özellikle sözün zarafeti var, güzelliği var, inceliği var, ruha hitap eden tarafı var. Şimdi edebi hamlede, mesela Rus düşüncesinde yani Çarlık dönemi Rus romanı toplum üzerinde çok etkili oluyor. Fransa’da aydınlanmadan sonraki Fransız romanı, Fransız düşüncesi, Fransız tiyatrosu o toplumun değişip dönüşmesine neden oluyor. Ama bizim medeniyetimiz şiir eksenlidir. Efendimizle başlayan -çünkü Efendimizin izni vardır, ruhsatı vardır- ve bunu da çok bilinçli bir şekilde yapmak gerekir. Osmanlı Devleti’nde altı bin divan sahibi şair var. Yani çok zengin bir kültür, çok zengin bir şey... Bizim kendi insanımız da şair ruhludur. Köyde insanlar tarla biçerken veya diyelim ki fındık toplarken manilerle atışıyor, şiirlerle atışıyor veya şarkı söylüyor. Bu halk şiiridir, tasavvufi dergâh şiiridir, divan şiiri derken toplumun değişik katmanlarına göre bir hitapta bulunuyor. Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte İslam düşüncesi devreden çıkarılmaya çalışıldığı andan itibaren -Tanzimat’tan itibaren gelen bir süreç- ciddi anlamda düşüncede, sanatta, kültürde hatta medeniyette bir düşüş yaşanıyor. Eğer bir toplumun şiiri zirvedeyse mimarisi de zirvededir. Baki’nin, Fuzuli’nin yaşadığı dönemlerde Mimar Sinan Süleymaniye Camii’ni yapıyor, Selimiye’yi yapıyor. Bunlar birbiriyle bağlantılı olan şeyler. Bir medeniyette eğer sanatçılar, düşünürler yukarıya doğru çıkıyorsa o zaman kültürün veya düşüncenin diğer alanları da onlarla beraber yükselişe geçerler.