11 MAYIS 2020 TARİHİNDE MİLLİ GAZETE TARAFINDAN HAZIRLANAN
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ”DOSYASI
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ İLE İLGİLİ 11 MAYIS 2020 TARİHLİ MİLLİ GAZETE’DE YAYINLANMIŞ OLAN YAZILAR
BÖLÜM I
**************************
Kod Adı: İstanbul Sözleşmesi
Mustafa Kurdaş
Tantanalı törenlerle tanıştırıldık kendisiyle.
Efsunlu kelimelerle, süslü cümlelerle ve de altın tepside sunuldu bize.
AB, yarım asır sonra Aralık 2004’te ülkemize “tam üyelik için müzakere tarihini” lütfettiğinde hani… Hani
Başkent Ankara’da “AB Şöleni” düzenlemişti de, gündüz vakti havai fişek atılmıştı ya... Hatırladınız değil mi? İşte
gündüz vakti o havai fişekleri attıran o coşkuyla, o çılgın sevinçle karşıladık kendilerini. Hazretlerinin sayesinde
vatan toprağını küffardan kurtardığımız gibi, memleketin kadınını da memleketin erkeğinden kurtaracaktık ne de
olsa. Kadın artık şiddet görmeyecekti!
Kadınların yetiştirdiği erkeklerden kadınları kurtaracaktık (!) gibi “kutsal” bir görevin üstesinden gelinmiş, zafer
kazanılmıştı. “Kadının bayramı” ilan edilmişti vatana buyur ettiğimiz. Allığı sürülmüş, pudrası iyice yedirilmiş;
envai türden boya sürüp sürüştürülmüş; aksesuar namına ne var ne yok takıp takıştırılmıştı. Gizlenmesi gereken;
görülmemesi, duyulmaması lazım gelen en küçük ayrıntı bile saklanmıştı. Makyaj da görüntü de tamamdı… Artık
kadına bayramdı. “Kadına Şiddetin Önlenmesi” ifadesi bile her şeyin üstünü örtmeye yetiyordu. Bu kez, kadının
kendisi bir projeye makyaj malzemesi yapılmıştı.
Bir şey ne kadar çok makyajlanırsa o kadar çok tehlikelidir aslında. O kadar çok makyajlanmıştı ki İstanbul
Sözleşmesi, kimse o makyajın altındaki gerçek sureti merak etmiyordu. Belki de kimsenin cesaret yoktu
gerçeklerle yüzleşmeye. Eh, konu küreseldi, konu kadındı. Mevzu kimsenin “gık” diyemeyeceği mevzuydu. Öyle
ya, “kadına şiddetin önlenmesi”nde sözleşilmişti. Ama her makyaj gibi, İstanbul Sözleşmesi makyajı da akacaktı;
her “gerçek” gibi İstanbul Sözleşmesi “gerçekleri” de ortaya çıkacaktı elbet. 9 yıl içerisinde ne kadar yalan varsa
göç etti, şimdi geriye gerçekler kaldı. Makyaj aktı, o “çirkin cadı” çıktı ortaya. “Kadına şiddetin önlenmesi”
makyajının altından yıkılan, dağılan, parçalanan ailelerin hikayeleri karaya vurdu.
“İstanbul sözleşmesi, ne İstanbul’un, ne Türkiye’nindi. İstanbul Sözleşmesi ne kadının zaferi, ne de kadının
bayramıydı... İstanbul Sözleşmesi, küresel düzlemde aileyi hedef alan planın Truva atıydı. “Kadın”, kadına
özgürlük adına bir kez daha istismar ediliyordu…
NE YERLİDİR, NE DE MİLLİ… NE AYŞE’DİR, NE DE AYLİN…
Şimdi biraz da Truva atının izini sürelim... Ayrıntılarda kaybolmadan…
Bakmayın siz “İstanbul” ismiyle takdim edilmesine.
Ne İstanbul’a yakışır ne de bize…
Ne yerlidir, ne de milli…
İstanbul Sözleşmesi ne Ayşe’dir, ne Fatma, ne de Hatice... Ne Berrin, ne Selin, ne Leman, ne Suzan, ne de İnci.
İstanbul Sözleşmesi Sevgi de değildi, Sevinç de…
Bizim değildi, bu sevinç, bu sevgi…
Bakmayın “İstanbul” ile nam salmasına, kendisi bizatihi Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ydi…
İlk imzalayan, ilk onaylayan ülke oluşumuza da bakamayın. Bu milletin “sözleşmesi” olamazdı böyle bir metin…
Adını koyalım isterseniz meselenin.
Kod adı: İstanbul Sözleşmesi…
Gerçek adıysa; “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa
Konseyi Sözleşmesi.”
PAKETİ AÇ, KAYNAMIŞ BİR KUPA SICAK SUYA DÖK, KARIŞTIR VE İÇ!
Az çok “aileye” önem veren çoğu Avrupa ülkesinin dahi sınırlarından içeriye sokmadığı bu Truva atı,
İstanbul’umuza, Anadolu’muza nasıl mı girdi? Bu düşmanı kim mi buyur etti?
Duymuşsunuzdur “çabuk çorba”yı. Belki de içmişsinizdir…
“Paketi aç, kaynamış bir kupa sıcak suya dök, karıştır ve iç!”
“Bir cezve suya dök, ocağı kısık ateşte yak, beş dakika kaynat!”
İstanbul Sözleşmesi’ni tarif eder gibi etmişler Çabuk Çorba’yı.
İstanbul Sözleşmesi, TBMM’de görüşülmesi öyle günlerce, haftalarca sürmedi. Eni boyu 26 dakikada olup bitti
her şey. Sadece 26 dakikacık. 22.50’de başlandı müzakereye… Başkan, “Oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler…
Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir” dediğinde saatler 23.16’yı gösteriyordu. “Çabuk Yasa” formülü devreye
sokulmuş, sadece 26 dakikacıkta halline bakılmıştı “ailemizin.” Oylamaya katılan 247 vekilin 246’sı “evet” demiş,
çekimser kalan 1 vekil ise, daha sonra o çekimser oyu “sehven” verdiğini açıklamıştı. Sözleşmeye “kabul oyu “
veren milletvekillerinin belki de büyük çoğunluğu “ailenin azli için el kaldırdıklarını” bile bilmiyordu. Onlar da,
kadını erkeğin şiddetinden kurtardıklarına inandırılmışlardı. Acısız, sızısız ve de çarçabuk bitirilmişti operasyon.
Toplumun köküne “kireç suyu” dökülmüştü de kimseciklerin ruhu bile duymamıştı.
GARİP İSTANBUL SÖZLEŞMESİ İTTİFAKI
İstanbul Sözleşmesi’nin TBMM’de kabul edilişinin siyasi tarihimizdeki en dikkat çekici yönü ise, aileyi Avrupa
Konseyi’ne teslim etmek için oluşan ittifaktı. Görüntü çok masumdu; cümlelere dökülen amaç kadını
özgürleştirmek, şiddete son vermekti. İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis’imizde oylanarak ittifakla kabul edildiği
24.11.2011 tarihli oturum tarihe geçecek cinstendi. Ak Parti, CHP, MHP ve BDP (HDP) omuz omuzaydı.
Düşünsenize başka hiçbir konuda bir araya gelmemiş olan siyasi partiler İstanbul Sözleşmesi için siyasi arenada
bilinen her şey kenara itilmişti. Gericilik, çağdaşlık, laiklik, muhafazakarlık, Türkçülük, Kürtçülük, Alevilik,
Sünnilik hepsi rafa kaldırılmıştı. Ezberler silinmiş, argümanlar, deliller yok edilmişti. İstanbul Sözleşmesi
düşmanlıkları, ihanetleri, kavgaları, gürültüleri unutturmuştu. Herkes, “İstanbul Sözleşmesi davası”nda
kenetlenmişti.
Partilerini temsilen kürsüye çıkan konuşmacılar “ittifak heyecanlarını” gizleyemiyordu. AK Parti’li sözcü kürsüye
çıkıyor, CHP milletvekilleri alkışlıyor, CHP’li sözcü konuşurken AK Partili milletvekilleri alkışlıyor. MHP’liler
BDP/HDP’nin konuşmacısına, BDP’liler de kürsüdeki MHP’liye gayet saygılı ve hürmetkar. Sataşma yok, hakaret
yok, kavga-dövüş yoktu. (Gazetemizin bugünkü nüshasında 13. sayfasında tam metnini yayımladığımız Meclis
tutanağını mutlaka okuyunuz.) NOT: Bu dosyanın en sonuna yerleştirilmiştir.
Malum, bazen taşı gediğine koymak vecibedir. Maksat vurmak, kırmak, yıkmak değil de; hafızalara kazınmış bir
yanlışı düzeltmekse; bu vecibeyi tehir etmek de ayrı bir kabahattir. Öyleyse konunun sıcaklığında şu ittifak
konusuna bir parantez açalım: Saadet Partisi son yapılan mahalli seçimlerde hiçbir siyasi partiyle ittifak
kurmamasına rağmen, hatta irili ufaklı bütün seçim bölgelerinde noksansız bir şekilde kendi adayıyla seçime giren
tek parti olmasına rağmen; “o partiyle ittifak kurdu, bu partiyle ittifak kurdu” gibi hadsiz yalanlar daha tazeliğini
koruyorken.. Saadet Partililere “hain”, “terörist” gibi yaftaları vuranlar hala bu devleti yönetiyorken… Kim
gerçek bir “kirli ittifak” görmek istiyorsa, İstanbul Sözleşmesi’nin seyrü seferine bakmaları yeterli olacaktır.
Kimler kimlerleymiş deyivermek var da, bu bize yakışmaz.
BU NASIL BİR KUTSİYET Kİ, HERKESİ KENDİSİNE CANDAN BAĞLIYOR!
Birkaç da sualde bulunalım…
Neydi bu siyasi partileri bir araya getiren güç!
Neydi bütün tarihi düşmanlıkları unutturan?
İstanbul Sözleşmesi nasıl bir kutsiyete sahipti ki, hafızaları bi kalemde silebilmişti?
Kimdi her şeyi unutturan, herkesi bir araya toplayan!?
İstanbul Sözleşmesi için bütün ayrılıklar bir kenara bırakılabilinirken, bu siyasi partiler neden başka hiçbir
meselede bir araya gelmiyordu, gelemiyordu?
Gerçekte bizim olana bu kadar sahip çıkılmıyorken, İstanbul Sözleşmesi’ne böylesine candan bağlılık, samimi
sadakat nereden geliyordu?
Yoksa, İstanbul Sözleşmesi’nin muhtevasını dünyaya pazarlayan, insanlığa dayatan bir “merkez” vardı da maharet
bu merkezde miydi!..
İADE EDİLMESİ GEREKEN BİR SÖZLEŞME, KURUTULMASI GEREKEN BİR BATAKLIK…
Şimdi de, teklif yerine birkaç not iliştirelim yazıya.
onlarla birlikte kendi toplumumuzu, ailemizi yeniden formatlayacak bir “işbirliği” kuruyoruz. Garip mi; garip,
alıştırıldık mı; alıştırıldık.
size İstanbul Sözleşmesi. Var mısınız, bu saldırıyı püskürtmeye!
zaman diliminde, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle işbu Sözleşmeyi feshedebilir. Bu tür
fesihler bildirimin Genel Sekreter tarafından alınmasından sonraki üç aylık sürenin sonunu izleyen ayın ilk günü
yürürlüğe girer.”
Yani nasıl kurtuluruz biz bu beladan, diye kara kara düşünmeye gerek yok. İlelebet mahkumiyet belgesi değil bu.
Zararın neresinden dönülse kardır. Bu millet bu sözleşmeyi Avrupa Konseyi’ne iade edebilecek cesareti
gösterenleri ayakta alkışlayacaktır, bilesiniz.
var. Bakanlar Kurulu Kararı’nda kimlerin imzası yok ki! Hangi Cumhurbaşkanları, hangi Başbakanlar, hangi
bakanlar... Bugünkü hangi siyasi partilerin Genel Başkanları… Derdimiz ifşa değil, karalamaksa hiç değil. Ama
varsa bir pişmanlık bunca yıl sonra, çıkıp bir-iki cümle kursunlar. Kurmalılar! “Pişmanız”, desinler; “Zamanın
şartlarına teslim olduk, pişmanız” desinler. Fayda verir mi, vermez mi bilmem
belki yanlışı düzeltmek ve doğru yolu bulmak için bir fırsattır.
hadsizliğine çok kızdık. Haklı olarak; hep beraber yerden yere vurduk Ankara Barosu’nu. En çok da AK Partililer
büyük tepki gösterdi. Aslında sessiz, birikmiş bir tepkinin dışa vurumu, İstanbul Sözleşmesi’ne olan tepkinin bir
volkan gibi patlamasıydı geçen hafta yaşananlar. İktidarımıza kızamıyorsak, Baro’ya kızardık biz de. Ankara
Barosu’na olan bu şiddetli ve haklı tepki “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” durumuydu bir bakıma.
gittikçe büyüyen ve derinleşen bir bataklık var ortada. Bu bataklık İstanbul Sözleşmesi bataklığıdır. Mesele,
bataklığı kurutma meselesidir. Bu bataklığa zemin hazırlayan İstanbul Sözleşmesi’yse eğer, kendi dizimizi
dövmek gerektir…
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ “AİLENİN SEVR’İ”DİR
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkmakla, deşifre etmekle akıntıya karşı kürek çektiğimizin elbette farkında olarak
yazıyorum bütün bunları.
Kaybedilmiş bir meydan muharebesinin sözleşmesi bile ancak bu kadar yıkıcı olabilirdi. “Muhafazakar” mahalle,
Lozan Anlaşması’nı tartışa dursun, ailenin Sevr’ini imzalamıştır da farkında değil. Meydanlarda kazandık ama hep
masada kaybettik. Biz birçok masada toprak verdik, imtiyazlar sunduk, emirler aldık, taahhütnameler imzaladık.
Ama “ailemizi” bırakarak herhangi bir masadan kalkmamıştık. İstanbul Sözleşmesi, ailemizi teslim anlaşmasıdır.
Ailemiz, Avrupa Konseyi’ne bırakılarak masadan kalkılmıştır. Coğrafyamızda sınırları cetvelle çizen
emperyalizm, bu kez ailemizin sınırlarını/sınırsızlıklarını çizmiş, belirlemiştir. Masada imzalanmış en büyük
yenilgidir İstanbul Sözleşmesi.
Bilmekte fayda var; eğer bilirsek ola ki, çözüm de ararız…
Yineleyelim öyleyse;
Aileyi yıkarsanız; kadını da, erkeği de, çocuğu da yıkarsınız!
Aileyi yıkarsanız, yarını da yıkarsınız…
Aileyi yıkarsanız, yerli ve milli olma hissiyatını da yıkarsınız…
Aileyi koruyamazsanız, milleti de koruyamazsınız, vatanı da…
*****************************************************************************************
İstanbul Sözleşmesi aile yapımıza atılan bombadır
Ebru Asiltürk
İmzalandığı 2011 yılından itibaren İstanbul Sözleşmesi’nin “toplumsal yapımızı, sosyal dokumuzu bozacak bir
sözleşme olduğunu” gerek vatandaşımızla gerek kanun koyucularla birçok defa paylaştık. Bu sözleşmenin “kadına
yönelik şiddeti önleme reçetesi” olarak sunulmasının arkasındaki korkunç gerçeğin bilinmesini istedik. Sözleşme,
Erbakan Hocamızın tabiriyle “elmaşekerine bulanmış zehirdir”. Ambalajına “kadına yönelik şiddeti önleme”
diyerek herkesin altına imzasını atacağı bir başlık seçilmiştir. Elbette kadına, erkeğe, yaşlıya, gence, çocuğa,
hayvana, bitkiye, eşyaya, doğaya yapılan her türlü şiddetin karşısında durmak, bizim inancımızın ve insanlığımızın
gereğidir ve kabul edilemez. Yaşanan cinayetler, her türlü şiddet hadiseleri, istismar, çocuk gelinler ülkemizin
derin yaralarıdır. Bunların önüne geçmek, başta kanun koyucular olmak üzere hepimizin sorumluluğundadır.
Ancak çözümü asla “İstanbul Sözleşmesi” değildir.
Biz bu sorumluluğumuz gereği yıllardır haykırıyoruz. Bu sözleşme bizi birbirimize bağlayan, en temel yapı
taşımız olan, nesillerimizin emniyeti “aile yapımıza atılan bombadır” diye…
Sosyal ve kültürel değerlerin öğretilmesi ve yeni nesillere aktarılması öncelikle aile yoluyla gerçekleşir. Toplumsal
kurallar, birlik ve beraberlik, vatan-millet, insan ve doğa sevgisi aile ortamında nesillere aktarılır. Bir milletin ana
karakterini, özgünlüğünü “aile yapısı” oluşturur desek yanlış olmaz. Bu bağlamda, aile yapısı güçlü olan
milletlerin; tarih boyunca içten ve dıştan gelen maddi-manevi güçlüklere dayanma, tehdit ve tehlikelere direnme
kabiliyetleri hep yüksek olmuştur.
En güzel ifadeyle aile, toplumun en güçlü ve en korunaklı kalesidir.
Anayasanın 41. maddesi ile “aile birliğini korumak, huzur ve refahını artırmak ve bu konuda gerekli tedbirleri
almak” devlete, vazife olarak yüklenmiş iken, imzalanan İstanbul Sözleşmesi ile ailenin maddi ve manevi
bütünlüğünün tehlikeye düşürüldüğü artık “gün” gibi açıktır...
Bu sözleşme ile literatürümüze yeni kavramlar katıldı. Bu kavramlar sadece zihin dünyamızı yeniden inşa etmekle
kalmadı, imzalanan “uluslararası sözleşme” olduğu için; iç hukukumuza girerek bakanlıkların plan ve
programlarında yer alan yanlış uygulamalar vasıtasıyla eğitim, sağlık, sosyal, hukuki, siyasal hayatımızı yeniden
şekillendirdi.Sözleşmenin giriş madde-3 tanımlar kısmında
“Yeni kavramlar” mevzuatımıza giriyor. Bunlardan ilki “toplumsal cinsiyet” kavramıdır… İstanbul Sözleşmesi,
“toplumsal cinsiyet eşitliği” felsefesi üzerine inşa edilen bir sözleşmedir. Resmî Gazete’de yayınlanan 34 sayfalık
Türkçe metinde 24, İngilizce metinde 25 yerde toplumsal cinsiyet kelimesi geçmektedir. Toplumsal cinsiyet
eşitliği nedir? En basit haliyle; kadının ve erkeğin biyolojik cinsiyeti ve kimliğinin, toplum tarafından inşa
edildiğine inanır ve bununla mücadele edilmesini öngörür. Mücadele mantığı olarak cinsiyetlerin farklılığını kabul
etmez, sonradan toplumun inşa ettiğini savunur.
Bundan dolayı “cinsiyetsiz” kabulünü mücadelenin başlangıcı görür.
“Kadını ve erkeği birbirinin karşısında konumlandıran ve çatıştıran”,
“Kadın ve erkeğin birbirine karşıt olduğu” üzerine temellenen felsefedir.
Bu felsefe bakış açısıyla hayatı, toplumu, aileyi okur. TCE perspektifi; aileyi oluşturan kadın ve erkeği tam
ortadan ayıran ve birbirinin karşısında konumlandıran bakış açısına sahiptir. Sözleşmedeki diğer maddelere
baktığımızda kadına yönelik şiddet mağdurlarının hakkını korumaya yönelik madde 4/3’te başka kavramlarla
karşılaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının yanında kullanılan “cinsel kimlik” ve “cinsel yönelim
kavramları”, kanun yoluyla meşrulaştırmış ve yasallaştırmıştır.
Madde 12/1’de şiddetin kaynağı; kültür, töre, din, gelenek olarak görülüyor. Halbuki bizim dinimiz şiddet kelimesi
ile yan yana bile gelemez. Ayrıca burada “kökünün kazınması” ifadesi ayrıca dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Yine aynı mantık çerçevesinde madde 12/5’te şiddet kaynağı olarak “sözde namus” tanımlaması kullanılmıştır.
Toplumların kendini inşa ettiği, şekillendirdiği mefhumlar bu şekilde değersizleştirilmekte, toplumların yükseldiği
temeller yıkılmaktadır. Madde 14-Eğitim kısmında yeni kavramların yasallaştırdığı oluşumlara; beraber toplanma,
örgütlenme, siyasallaşma, eğitim ve propaganda hakkı verildiğini görüyoruz.
Kısacası İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşme, büyük tehdit ve tehlike içermektedir. Oluşan tahribatın
farkına “yıllar sonra” varan hükümet, artık bu konuyu tartıştırmak, müzakere ettirmekten daha fazlasını
yapmalıdır. Sözleşmenin “feshedilmesi” yapılacak tek çözümdür.
BİZİM ÇÖZÜM ÖNERİLERİMİZ…
Şiddet; yaşamının her alanında görülen dünyada ve ülkemizde giderek artan, önemli bir toplumsal sorun olarak
karşımızdadır. Hadiseleri sadece “kadına şiddet” olarak değerlendiremeyiz, bu insanlığa karşı yapılan vahşettir.
Sayılara sıkıştırılmış insanlar değil, sadece “bir tek kişi”nin bile haksızlığa uğraması, şiddet görmesi, hayatını
kaybetmesi karşısında hepimizin, elimizle, dilimizle müdahale etmesi öncelikle insanlık sorumluluğumuzdur…
Ancak istatistikler gösteriyor ki, alınan tedbirlere, çıkarılan yasalara, uluslararası sözleşmelere ve kadının
bilinçlendirilmesine rağmen şiddet her geçen gün artış göstermektedir. Ülkemizdeki eğitim seviyesinin yükselmesi
ile uygulanan şiddetin oransal büyümesi, uygulamaları yeniden gözden geçirmeye bizi mecbur bırakmaktadır.
BURADA SORUN “MESELEYE YAKLAŞIM” SORUNUDUR.
Hayatın birçok alanında kadın, erkek, yaşlı, çocuk, akademisyen, işçi, öğretmen, öğrenci, doktor, memur
neredeyse herkes, evde, işte, okulda, sokakta, hastanede şiddetle karşı karşıya gelmektedir. Yani “şiddet ile
mücadele” yapılırken konuyu sadece kadın üzerinden cinsiyete indirgemek büyük fotoğrafı görmeyi engellediği
gibi “erkeği katil ve kötü olarak genellemek” sadece erkeklere değil, kadın-çocuk hepimizin yarınına yapılmış
büyük bir haksızlık ve yanlış olur.
“Kim güçlü ise o haklıdır” değil, “kim haklıysa o güçlüdür” olmalıdır.
Hakkı üstün tutmak, hak merkezli bir hayat sürmek, adalet, sevgi ve şefkat ile meseleye yaklaşmak çok önemlidir.
Kadın ve erkek birbirinin hasmı ve düşmanı değildir. Birbirinin tamamlayıcısıdır, sevgisini, acısını, üzüntüsünü,
ekmeğini paylaştığı hayat arkadaşıdır. Aile kadın ve erkekle şekillenir. Aile, hayatın maddi-manevi zorlukları
karşısında insanın sığınacağı limandır. Aileyi meydana getiren tüm unsurları, kadını-erkeği-çocuğu, maddi manevi
güçlendirmek yani aileyi güçlendirmek yarınımız için yapılacak en büyük yatırımdır. Sevgi ve şefkat sadece
insana değil, her canlının ekmek su gibi en temel yaşamsal ihtiyacıdır.
Şiddet, öğrenilen, süreklilik durumunda içselleştirilen, alışkanlık haline gelebilen bir olgudur. Bu gerçekten yola
çıkarak “öğrenme sürecinde” sorumluluğu olan tüm unsurlar, aile, okul, medya, devlet bu sorumlulukla hareket
etmelidir.
MEDYA
Bugün medyanın maalesef bu duyarlılıkla hareket ettiğini söyleyemeyiz. Bilakis çizgi filmlerden dizlere, kadın
programlarından haberlere kadar toplumsal olarak hepimiz şiddet örneklemelerinin bombardımanı altındayız.
“Haber alma özgürlüğü” en temel haklardan biridir ancak hadisenin ifade edilişinde “toplumsal sorumlulukla
hareket edilmvesi etik olandır.”
DEVLET
Ancak failin konumu, durumu gözetilerek sürüncemede bırakılan dosyalar ve kamu vicdanını parçalayan kararlar
“güven” duygusunu zedelemektedir. Adaletin kâmil manada uygulanması toplumsal huzur ve barışın tesisi için ilk
ve en önemli unsurdur.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı başta olmak üzere konuya bağlantılı tüm bakanlıklar ortak çalışma
planı hazırlamalıdır.
... Ve son olarak yaşadığımız olaylar karşısında tüm insanlar olarak hepimizin bir payı ve sorumluluğu olduğunu
da hatırlatmak istiyorum. İnanıyorum ki temeli huzur ve barış olan inancımızın ve medeniyetimizin
hassasiyetlerini tesis etmek ve bu unsurlarla hareket etmek, çözümü bize getirecektir.
*******************************************************************************************
Bu sözleşme iptal edilmelidir
Merve Aydın Küçük
AGD Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı Merve Aydın Küçük, “İstanbul Sözleşmesi, kadını koruma kılıfı ile
aslında aileyi yıkma ve kadın erkek arasına büyük duvarlar örme projesi olan bir sözleşmedir. Öncelikle böyle bir
sözleşmenin neticelerine dair toplumun büyük kesimi tepki gösterirken duyarsız kalınması mümkün değildir.
Kanunlar ve kurallar, toplumun manevi değerleri ve huzurunun korunması için vardır. Özgürlük kelimesine
sığınılarak çok ağır neticelerle karşılaşacağımız bu adım atılmamalı, bu sözleşme iptal edilmelidir” dedi.
“AİLE YAPISINA ZARAR VERECEK HER ADIM ENGELLENMELİ”
“Toplumumuzun ahlaki temelleri ve medeniyet tasavvuru göz önüne alındığında aile yapısına zarar verecek her
türlü adım engellenmelidir” diyen Küçük, “Bunun en başında da bu zihni altyapıyı oluşturan, kabullenmeyi
kolaylaştıran TV programları, dizi-filmler ve hatta reklamlarda aynı hassasiyetin gözetilmesi gerekmektedir.
Sadece verilere bakıldığında dahi Batı menşeli alınan kararlarla kadın cinayetleri, aile içi şiddet olaylarının büyük
oranda arttığı görülecektir” ifadelerini kullandı.
“NESLİN MUHAFAZASI İÇİN ÇABALIYORUZ”
Birçok ülkenin sözleşmeyi reddettiğini hatırlatan Küçük, “Batı’da birçok ülke bu sözleşmeyi reddetmiştir. Bizler
bu ülkede en çok neslin muhafazası için çabalıyoruz. Çünkü maddi kalkınmayı yapacak olan nesil, manen de
kalkınmış ve yetişmiş olan nesildir. Ülkemizin ve insanımızın değer kodlarını, inanç temellerini sarsacak olan bu
yanlıştan en kısa zamanda dönülmelidir. Cinsiyet üzerinden değil, hak ve adalet üzerinden bir mücadele
verilmelidir. Çünkü sistemin çarklarında ezilirken cinsiyet ayrımı yapılmıyor. Ezildikten sonra kadın olsan ne olur
erkek olsan ne olur. İnsan haklarına dair notları bu kadar kötü olan Batı’nın kadını koruma (!) çabasını ince eleyip
sık dokumak gerekir” diye konuştu.
*******************************************************************************************
İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmek Meclis’in vatandaşa borcudur
Mücahit Gültekin
İstanbul Sözleşmesi, geleneksel aile yapımızı imha ediyor. Bu sözleşme, Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir, her
şeyden önce bunun bilinmesi gerekiyor. Bu ne demektir? Kadınlık ve erkeklik algımızı, aile algımızı Avrupa
belirliyor demektir. Ama maalesef bugün, İstanbul Sözleşmesi’ni hükümet imzaladığı için, hükümeti savunmak
adına bazı çevreler LGBT’yi savunur hale geldiler. Bundan daha dramatik, daha mahcubiyet verici bir şey olabilir
mi? Eşinize, çoluk çocuğunuza nasıl davranacağınızın normlarını Avrupa belirledikten sonra tankınız, topunuz,
füzeniz milli olsa ne olur olmasa ne olur? Ne de olsa onları kullanacak kişinin karakterini, kişiliğini Avrupa
normları belirliyor. Şu sıralar herkesin ağzında olan bir klişe var, “yerli ve milli” diye... Yerli tankımızı yapıyoruz,
yerli İHA’larımızı-SİHA’larımızı yapıyoruz, deniyor. Ben de diyorum ki, makinede yerli, aile ve insanda ithal
olamazsınız. İstanbul Sözleşmesi’ni AK Parti, MHP, CHP ve HDP hep birlikte onayladılar. Bu Meclis’in halka, bu
sözleşmeyi feshetme borcu vardır.
MAĞDURİYETLER ÇOĞALDIKÇA FARKINDALIK DA ARTMAYA BAŞLADI
İstanbul Sözleşmesi’nin 9 senedir yürürlükte olmasına rağmen son iki yılda daha çok tepkiye sebep olduğunu
görüyoruz. Bugün İstanbul Sözleşmesi’ne karşı genel bir duyarlılığın oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu güzel bir şey
ama yine de bir özeleştiri yapmamız lazım. Bu duyarlılık ne zaman oluştu, dindar-muhafazakâr kesim sorun
yaşamaya başladıktan sonra; bir-iki yıldan beri oluşan bir duyarlılık bu. Hâlbuki İstanbul Sözleşmesi imzalanalı 9
yıl oldu. Oluşan bu duyarlılığın oldukça kırılgan olduğunu da söylemek istiyorum; manipüle edilmeye çok açık bir
duyarlılık bu. Bunun da sebebi İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yapılan muhalefetin bilgi temelli olmaması. Bugüne
kadar sözleşmenin lehinde ya da aleyhinde konuşan ama sözleşmeyi hiç okumamış pek çok kişi gördüm. Bu
toplumu uyaracak, âlimler, hocalar, kanaat önderleri, entelektüeller, akademisyenler nerede? Bunu sormamız
lazım.
*****************************************************************************************
İstanbul Sözleşmesi, bir sömürgeleştirme metnidir
Prof. Dr. Burhanettin Can
Avrupa/Batı kültür ve medeniyet kodlarına göre hazırlanmış bir yasanın/sözleşmenin, İslam kültür ve medeniyet
kodlarına göre şekillenmiş bir topluma, bir millete ve bir ülkeye uygulanması, kendi kendini sömürgeleştirmekten
başka bir şey değildir. 2011 tarihli İstanbul Sözleşmesi, muhtevasından dolayı gizli bir sömürgeleştirme metnidir.
Çünkü sözleşmeyi imzalayanlar, İstanbul Sözleşmesi’nin 9. bölümünde yer alan üye ülkelerin izlenmesi ve
denetlenmesine ilişkin ‘özel bir izleme ve denetleme biriminin (GREVIO)’ varlığını kabul etmektedirler.
“KÜLTÜRÜN KÖKÜ KAZINMAK İSTENMEKTEDİR”
Sözleşmenin 66’dan 70’e kadar olan maddeleri GREVIO’nun çalışma esaslarını yetkilerini ve sorumluluklarını
tanımlamaktadır. Bu maddeler göz önüne alındığında, hedef ülkenin bağımsız bir ülke olup olmadığının
sorgulanmasını gerektirmektedir. Sözleşmenin 12. ve 42. maddelerinde, Batı’nın öngördüğü kültürel normlar
hariç, diğer milletlerin kabul ettiği, benimsediği, asırların birikimi olarak meydana gelen, zenginleşen kültür, din,
adet, gelenek ve törenin ‘kökünün kazınması’ taraflardan istenmektedir.
“KÜLTÜREL ASİMİLASYON”
AB’nin niyeti, bu ve buna benzer sözleşmelerle muhatap ülkeleri, kültürel olarak çözerek asimile etmektir.
‘Kadına karşı şiddet” ve “aile içi şiddet” kavramları, bu amacı gizlemek için kalkan olarak
kullanılmıştır/kullanılmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nde ‘Kadına karşı şiddet’ ve ‘aile içi şiddet’ ve benzer
kavramsallaştırmalarla ve bu kavramsallaştırmalara yüklenen anlamlarla diğer milletler, dinlerinden koparılarak,
ateizme, deizme ve agnostisizme yönlendirme yapılarak kültür ve medeniyetleri tahrip edilerek bir asimilasyon
gerçekleştirilmek istenmektedir.
“CİNSEL SAPKINLIK YASAL KORUMA ALTINA ALINMIŞTIR”
İstanbul Sözleşmesi’nin dördüncü maddesinde yer alan ‘cinsel yönelim’ kavramsallaştırılması ile her türlü cinsel
sapkınlık, yasal koruma altına alınmıştır. Gelecek nesiller için en büyük tehlikelerden biri, bu cinsel sapkınlıkların
yaygınlaşması olacaktır. İstanbul Sözleşmesi’nin dördüncü maddesine göre Kur’an-ı Kerim’de var olan
eşcinsellikle ilgili tüm ayetler ve hadisler mülga edilmiş olmaktadır. İstanbul Sözleşmesi her türlü cinsel sapkınlığa
serbestîyet tanımaktadır. O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm yasalar feshedilmelidir.
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE ONU REFERANS ALAN TÜM YASALAR FESHEDİLMELİDİR”
Nikâhsız birlikteliklere/hayat tarzlarına karşı en basit ahlaki bir müeyyidenin dahi uygulanması suçtur. Çünkü
sözel ve psikolojik şiddet tanımları ile ahlaki müeyyide uygulanması imkânsızlaştırılmıştır. İstanbul
Sözleşmesi’nin 36. maddesine göre Kur’an-ı Kerim’de var olan zina ilgili tüm ayetler ve hadisler mülga edilmiş
olmaktadır. İstanbul Sözleşmesi, zina ve fuhşu yasal koruma altına alarak yaygınlaşmasına imkân sağlamaktadır.
O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm yasalar feshedilmelidir.
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE GÖRE ŞİKÂYET GERİ ÇEKİLEMEZ”
Bizim kültür ve medeniyet kodlarımıza göre aile içi ihtilaflarda kadın ve erkeğin aile tarafları, hakem heyeti
oluşturarak sürece müdahil olmak ve sorunu çözmeye çalışmak isterler ve de zorundadırlar. İstanbul
Sözleşmesi’nin 48. Maddesi, bu tür hakemlik müessesinin sürece müdahil olmasına karşı olup taraf ülkelerin böyle
bir yaklaşımı engelleyecek tedbirleri almasını istemektedir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi’ne göre mağdur, bir kez
şikâyet yapmış ise şikâyetini geri çekme hakkına sahip değildir. Kendileri şikâyetlerini geri çekse bile açılan dava,
bu istekten bağımsız olarak devam ettirilecektir.
“AHLAK SİSTEMİMİZE SAVAŞ İLANIDIR”
İstanbul Sözleşmesi aile içinde barışı değil savaşı isteyen bir mekanizma inşa etmektedir. 6284 Sayılı Aileyi
Koruma (!) Yasası, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4721 Türk Medeni Kanunu, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Projesi ve 2011 İstanbul Sözleşmesi referans alınarak hazırlanmıştır. Tüm bu yasa ve uygulama yönetmeliklerinde
kullanılan dil, kavramlara yüklenen anlamlar, kavramlara yapılan vurgular ve şiddet kavramına çizilen çerçeve, bir
psikolojik savaş mantığının ürünü olup aile yapımıza, toplumsal yapımıza, kültür ve medeniyet kodlarımızla ahlak
sistemimize her yönde açılmış bir savaş ilanıdır.
“YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR”
Bizim inançlarımızla, değer sistemimizle ve kültür medeniyet kodlarımızla bağdaşmayan yasa ve sözleşmelerin
yapacağı tahribat çok yüksek olacak ve gelecek nesiller çok ağır bedeller ödeyecektir. TÜİK verilerine göre,
İstanbul Sözleşmesi ve sözleşmeyi referans alan yasalar uygulamaya sokulduktan sonra aile yapısında iyileşme
değil kötüleşme olmuştur. O nedenle İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm yasalar feshedilmelidir. Henüz
vakit varken, yarın çok geç olabilir.
****************************************************************************************
En ağır sonucu Türkiye yaşıyor
Sema Maraşlı
İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili eğitici çalışmalarıyla bilinen Eğitimci Yazar Sema Maraşlı, Milli Gazete’ye özel
değerlendirmesinde sözleşmenin içeriğine, Meclis’ten nasıl geçirildiğine ve arka planındaki ekonomik ranta ilişkin
bir çok ayrıntı paylaştı. Maraşlı, İstanbul Sözleşmesi’nin Avrupa Birliği’ne girmek adına yürürlükte tutulmaya
devam edildiğini belirtirken siyasi iradenin istemesi halinde bu sözleşmeden çok kolay bir şekilde çıkılabileceğini
hatırlattı.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, KAÇAK GÖÇEK BİR ŞEKİLDE MECLİS’TEN GEÇİRİLDİ
Sema Maraşlı, “İstanbul Sözleşmesi’nin bir ülkede uygulanabilmesi için hem hükümet tarafından imzalanması
hem de Meclis’ten geçmesi gerek. Bazı ülkeler hiç imzalamazken bazı ülkelerde ise İstanbul Sözleşmesi hükümet
yetkilileri tarafından imzalansa bile meclisten geçmedi. Bizim ülkemizde de bir gecede kimselere duyurulmadan
kaçak göçek bir şekilde bu sözleşme Meclis’ten geçirildi. Bir baktık ki İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girmiş.
Hiçbir fikir alış verişi yapılmadan, görüş dinlenmeden böyle bir anlaşma kabul edilemez. Sonuç olarak bu ülke
hükümetin ve milletvekillerinin çiftliği değil. Öncesinde bu anlaşmanın getirisi ne olur, halka faydası ne olur,
sonuçları nasıl olur diyerek iyice değerlendirilmeliydi. Bu açıdan da sözleşme çok problemli” dedi.
AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEK İÇİN DEĞERLERİMİZDEN TAVİZ VERİLİYOR
İstanbul Sözleşmesi’nin neden yürürlükten kaldırılmadığına ilişkin meseleyi de değerlendiren Maraşlı, “ Bu
konuda iki sebep önümüze sürülüyor. İlki Avrupa Birliği’ne girmek için bu sözleşmeyi kabul etmemiz
gerekiyormuş gibi lanse edildi. Ancak birçok Avrupa ülkesi bu anlaşmayı imzalamadı bile. Velev ki Avrupa
Birliği’ne girmek için böyle bir şart var o zamanda bu anlaşma öyle makul ve kabul edilebilir bir şey değil. Biz
kendi özümüzden, değerlerimizden koptuktan sonra Avrupa Birliği’nin ne anlamı var ki? Sonuçta bir Hristiyan
birliği. Biz içerisinde kendi Müslüman kimliğimizi kaybettikten sonra o birliğe dâhil olmamızın hiçbir önemi yok.
Bir de çok enteresan bir durum var ki; sözleşmeyi uyguladığımız kanun hiçbir ülkede yok. Bir sözleşme
imzalıyorsun ve o sözleşmenin içeriğine göre kanun çıkartıyorsun. 6284 ile İstanbul Sözleşmesi’nin en ağır
sonucunu Türkiye yaşıyor diyebiliriz. Mesela ‘Kadın beyanı esastır’ gibi bir ilke hiçbir ülkede yok. Adalet şahit
ister, delil ister ama bunlar hiçbir şeye bakmadan ‘Kadının beyanı esastır’ deyip yargılama yapıyorlar. Yani
İstanbul Sözleşmesi’ni kabul eden her ülke bizim gibi uygulamıyor. Hükümet’in bu konudaki inadını
milletvekillerine ve yetkililere sormak lazım” diye konuştu.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN NEMALANAN KESİMLER VAR
İstanbul Sözleşmesi’nden maddi anlamda faydalanan kesimlerin varlığına dikkat çeken Maraşlı, “Bir de bu
sözleşme sayesinde büyük bir fon kazancı var. İstanbul Sözleşmesi’ne bağlı yürütülen projelere Avrupa Birliği çok
ciddi paralar gönderiyor. İstanbul Sözleşmesi için bu kadar büyük bir tepki varsa ve halen bu konuda ısrar
ediliyorsa tek mantıklı sebep bu para konusu olabilir. Sonuç olarak İstanbul Sözleşmesi’nin halen yürürlükte
olmasına ilişkin iki seçenek var ya Avrupa Birliği’ne girmek için ya da Avrupa Birliği’nden gelen fonlar. Çünkü
hem devlet kurumlarına hem de kadın STK’larına ciddi paralar geliyor. O yüzden İstanbul Sözleşmesi’nin gelen
fon yardımları dışında hiçbir açıklaması yok. Baktığınız zaman AK Partili milletvekilleri de dâhil olmak üzere
herkes İstanbul Sözleşmesi’nin olmaması gerektiği noktasında hem fikir. Ancak halen hükümetten İstanbul
Sözleşmesi’nin iptal edileceğine dair bir bilgi yok. Dediğim gibi İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte kalması için
görünürde başka hiçbir sebep yok. Bilmediğimiz bir şey varsa açıklansın istiyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal
edilmesi de çok zor değil” ifadelerini kullandı.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN ÇIKMAK ZOR DEĞİL
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın zor bir prosedür gerektirmediğini hatırlatan Maraşlı, “Sözleşmenin sonunda,
istemeyen ülkenin istediği zaman çıkabileceği belirtilmiş. Sadece 3 ay önceden haber vermek yeterli oluyor.
Sözleşmeyi imzalayıp çıkmak isteyen her ülke istemediği takdirde 3 ay sonra çıkmış oluyor ve herhangi bir
yaptırım yok. Görünürde sözleşmeden çıkmak çok basit… Tüm bu sebeplere rağmen halen İstanbul
Sözleşmesi’nde bu kadar ısrar ediliyor olması, ‘Geri planda bizim bilmediğimiz bir şey mi var?’ sorusunu akıllara
getiriyor. Yani bu diretme meselesinin hiçbir iyi niyetle karşılanacak tarafı yok” diye konuştu.
*****************************************************************************************
Parti başkanları Allah sizin başınıza vermesin
Mahmut Toptaş
Hiçbir kimse kendini yaratamıyor. Tabiat, doğa, materyal tanrısı icat edenler, “Biz, karşı cinsle bir araya gelir,
birlikte çocuk yaparız” diyebilirler ama kendileri de inanmazlar.
Çünkü devletin bütün imkanları elinde olan Cumhurbaşkanı ile Başbakanın çocuğu olmamıştır. Çocuğu olanlar da,
çocuğun sağlıklı, özürlü, erkek-dişi, akıllı-akılsız, sarı saçlı, siyah saçlı, göz renleri farklı çocuklar konusunda bir
bilinmezin değil binlerce bilinmezin içinde yaşarlar.
Şu anda yaşayan sekiz milyarlık insanın her birini, göz renginden, parmak çizgilerinden, teninin herhangi bir
santimetre karelik yerinin çizgilerinden, ses tellerine kadar farklı yarattığı insanların hepsini, niçin yarattığını
Allah, bize bildirirken:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etmeleri için yarattım” diyor. (Zariyat süresi ayet 51/56)
Ayette geçen “Ya’büdün” kelimesinin bir benzerini namaz kılanlar günde beş vakitte kırk defa namazın içinde
Fatiha süresini okurken söyledikleri “Na’büdü” kelimesini tekrarlarlar ve kelimenin kökü “ABD” kelimesidir.
“ABD” kelimesinin Türkçe karşılığı kul veya köle demektir.
Hepimiz, Allah’ın kulu, kölesiyiz.
Mayamız bu.
“İster kul olmak” deyin, ister “Köle olmak” deyin fark etmez.
Kölelikten kurtulmamız mümkin değil.
Ancak yine Rabbimiz, yarattığı bu değerli ve meleklerin bile secde ettiği insana seçme hakkı vermiş. İnsan isterse
kendini yaratan ve şu anda bile trilyonlarca hücresinin her birinin ayrı ayrı ihtiyacını gönderen Allah celle celalühe
kul/köle olmayı tercih eder,
Dilerse tarihte olduğu gibi firavunun emrine girerek, günümüzde olduğu gibi Rusya, Çin, Amerika, Avrupa Birliği
gibi ölümlü insanların kurallarına boyun eğerek onlara kul/köle olabilir.
Rabbimiz bize buyurur: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize abd/kul köle olunuz ki, takva
sahibi olasınız.” (Bakara süresi ayet 2/21)
Rabbimiz bizi uyarır: “Ey Adem oğulları, ben size: “Şeytana tapmayın, çünkü o size apaçık bir düşmandır. İşte
bana ibadet (kul, köle olun) edin” diye ahd vermedim mi? İşte doğru yol budur” diye yol gösteriyor. (Ya-Sin süresi
ayet 36/60)
Bu ayette geçen “Ta’büdün” kelimesi ile başta yazdıklarımız aynı “ABD” kökünden türemiştir.
Şeytana kul köle olanlar, ona taparlar.
Yaratanın emir ve yasaklarına aykırı emir ve yasak koyan, kim olursa olsun o, kendisini ilah yerine koyar, onun
emir ve yasaklarını gönülden kabul ederek ona uyanlar da o kişi veya kişilerin kulu/kölesi olurlar.
Birileri çıkıp “Ben, başıma buyruk bir adamım. Kendimden başka yaratıcı da kural koyucu da kabul etmiyorum,
aklıma takılanı yaparım” diyebilir.
Rabbimiz bu konuda da: “Hevasını (yani kendi arzularını) kendine ilah edineni gördün mü? Onun üzerine sen mi
vekil olacaksın?” (Furkan süresi ayet 25/43) buyururken bu insanların da kendisinin bir tek hücresini
yaratamazken, kendini yaratanı unutup ilahlığa soyunduğunu yani kendi kendinin hem putu hem kulu/kölesi
olduğunu haber verir.
Namazını kılan Müslümanlar yalnız beş vakit namazlarında günde kırk defa “İyyake Na’büdü/Ancak sana ibadet,
kulluk, kölelik yaparız” diyerek her an saldırı içinde olan ve insanları kendine kul, köle yapmak isteyenlere karşı,
kendilerini uyarır ve takviye ederler. Milattan asırlarca önce yaşayan Lut aleyhisselama isyan eden ve onu
şehirden sürme kararı alan Sodom-Gomore halkının işlediği eşcinsellik suçunu, Batılılar allayıp pullayıp
çağdaşlığın gereği olarak bize sundular. O zaman demokratik kurallara göre suçlular kendilerini haklı
görüyorlardı.
Çünkü eşcinselliği istemeyenler, Lut aleyhisselam, kızları ve imanlı birkaç kişiydiler. Yani azınlıkta idiler.
Binlerce yıl önce bu günahı işleyip topluca helak olanların kötü adetini çağdaşlık ölçüsü olarak sunanlar,
geçmişten dayanak aradılar. Mesela, sayın Mehmet Barlas, 24 Ekim 2004 tarihli Sabah gazetesindeki
başmakalesinde:
“Hayat hepimiz ve tüm meslek sahipleri için çok zorlaştı. Yakın geçmişe kadar karşımıza hiç çıkmayan konular
hakkında görüş oluşturmamız ve bunları açıklamamız bekleniyor. Örneğin siyaset üzerine yorum yaparak ömrünü
geçiren bizlerin, eşcinsellik ve eşcinsellerin hakları üzerindeki tutumumuzu açıklamamız da bekleniyor.
Oysa hemen her meselede, ya Lozan gibi temel metinlere, ya da Atatürk’ün tartışmalı bir konuda açıkladığı görüşe
bakarak, kendi tutumumuzu açıklamaya alışmış bir toplumun ferdiyiz. Eşcinsellerin hakları üzerinde ise, ne
Lozan’da, ne de Atatürk’ün “Söylev ve Demeçler” inde bir işaret yok” diyor.
Cumhuriyet döneminden bir dayanak bulunamamış ama “İstanbul Sözleşmesi”nin girişinde Batılı kaynaklardan
epeyce referans verilmiş.
Daha önce kendi heva/arzularını kanunlaştırmışlar sonra onu dayanak yapmışlar. Hükümet “İstanbul
Sözleşmesi’ni 11 Mayıs 2011’de imzalamış. Ardından Meclis’te gurubu bulunan dört partinin (AKP, CHP, MHP
ve HDP) ittifakıyla 6284 nolu kanun çıkarılmış.
Her gün televizyonlarda birinin “ak” dediğine öbürünün “kara” dediği partiler, nasıl oldu da “İstanbul
Sözleşmesi”nde ittifak ettiler? Komplo teorisyenlerine buradan onlarca değil yüzlerce teori çıkar.
Teoriye girmeden söyleyelim, “İstanbul Sözleşmesi”nin 4/3 maddesinde “cinsel yönelim” içinde olanların
korunması kararı alınır. Madde 42’de yöneticiler, “kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak
öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır” diyor. Şöyle
varsayın, iki erkek, Taksim Meydanı’nda aleni olarak öpüşmeye başlasalar, görevli polisler “cinsel yönelim”lerine
karışabilecekler mi?
Öpüşmenin biraz ilerisine götürseler, ne yapacaklar?
Karakola götürseler, avukatları gelip alıp çıkaracak. O iki eşcinsel, birinin babasının evine gitseler ve ailesine,
“Nikahımızı kılmadık ama anne, baba, biz evlendik” deseler.
O evde kalırken işi ilerletip çocuk doğuramadıklarından, spermini annesinin rahmine hastahanede koydurup, baba
ve annesine çocuk vererek, onları sevindirmeye kalksalar ne olur?
Doğan çocuk, kimin neyi olur?
Meclis’te gurubu olan dört partinin başkanları, Allah, yedi neslinize de hatta kıyamete kadar gelecek neslinize de
böyle bir şey nasip etmesin ama, kanun çıkarırken sizin gibi ölümlülerin sözüne değil, kalbinizi çalıştıran, sizi ve
sizden öncekileri yaratanın kelamına kulak veriniz” diye size yalvarsam fazla bir şey mi istemiş olurum?
Ve dualarınızda İbrahim aleyhisselamın şu duasını ihmal etmeyin:
“Hani İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim, şu beldeyi güvenli kıl. Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan (onlara kul
köle olmaktan) uzak tut.” (İbrahim süresi ayet 14/35)
*****************************************************************************************
Biyolojik olarak üçüncü bir cinsiyet yok
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Kadın ve erkek biyolojik doğası olarak farklı yaratılmışlardır. Biyolojik ve psikolojik farklılıkları vardır. Bu
nedenle eşit değildirler, farklıdırlar. Ancak hukuk ve fırsatlar yönünde eşit olmaları gerekir. Kadınlara yönelik ve
aile içi şiddet amaçlı çıkarılan biz sözleşmede, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir doğma olarak kullanılması
kesinlikle yanlıştır.
Çünkü ilk olarak biyolojik cinsiyet doğuştan gelir, genetik dizilim olarak iki cinsiyet vardır. Kadın ve erkek…
Yapılan genetik çalışmalarda üçüncü bir cinsiyetle ilgili hiç bir biyolojik kanıt bulunamamıştır, gözün renginin
nasıl olacağına kadar ayrıntının yazıldığı bir genomda, üçüncü cinsiyet olsa idi bir genetik dizilimle ile
kanıtlanırdı.
“TRANSSEKSÜELLİK BİR HASTALIKTIR, TEDAVİ EDİLEBİLİR”
Konunun ikinci boyutunda ise üçüncü cinsel kimlik olarak tanımlanan transseksüellik bir hastalıktır, sınıflandırma
kitaplarına girmiştir, kişi istese tedavi edilebilir. 18 yaşına kadar kimlik algısı ve olgunluğu gelişmesi sürer ve 18
yaşına kadar anne ve babanın doğal vasiliği nedeniyle çocukları hakkında bu konuda karar verme yetkileri vardır.
18 yaşın üstü için yaşam felsefesi olarak özgürlük alanıdır. Üçüncü cinsellik olarak tanımlanan eşcinsellik de
tamamen bir cinsel yönelimdir ve sosyal bir seçimdir, kültüreldir. Toplumun, kültürlerin ve inanç sistemlerinin
bunu da onaylamama hakları vardır.
“BİRLEŞMİŞ MİLLETLER FONLARI TARAFINDAN DESTEKLENİYOR”
Üçüncü olarak cinsel kimlik olarak tanımlanan kadın ve erkek rolleri de transseksüel kimlik rolleri de sosyal
öğrenme ile oluştuğu ‘vahşi çocuk, feral child’ olguları ile gözlemlenmiştir. Çocuk hangi ortamda büyümüşse o
davranışı modeller. Bu sebeple benim savunduğum görüşe göre kız çocuğunun kız gibi, erkek çocuğunun erkek
gibi olması veya olmaması içgüdüsel değil edimseldir yani sonradan öğrenilmiştir. Bu sebeplerle şiddet olayları ile
cinsiyet farklılıkları arasında hiç bir nedensel bağ olmadan toplumsal cinsel eşitliği gibi tanımı yapılmamış bulanık
bir kavramı tabulaştırmak başka bir amaca hizmet eder. Birleşmiş Milletler’ce cinsiyetsiz toplum oluşturma
çabaları nüfus planlaması fonları tarafından desteklenmektedir.
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN VAZGEÇİLMELİ”
İstanbul Sözleşmesi’ndeki toplumsal cinsiyet eşitliği ifadesi kimliksiz bir topluma zemin hazırlar ve cinsel kimlik
patolojilerini destekler. Bu nedenle bu ismin “Cinsel Adalet” olarak algılanmasının sağlanması bu mümkün
değilse İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. İstanbul Sözleşmesi dayanılarak
çıkarılan 6284 numaralı kanunda niyet okuyarak kanıta dayalı olmadan hüküm verme adaletsizliğinin giderilmesi
gerekir. Erkeği ilkesel olarak şiddet potansiyelli var olarak algılamak hukuki bir genellemedir ve adil değildir.
Görülen erkek zulümleri için yasaya değil tedaviye ihtiyaç vardır.
******************************************************************************************
İstanbul Sözleşmesi bir toplumsal cinnet projesidir
Abdülaziz Kıranşal
Aileyi ayakta tutan anneliğin ve ev hanımlığının değersizleştirildiği, iffet, ar, hayâ, namus gibi kavramların
kadının erkek tarafından kontrol edilmesini sağlayan; ayrımcılık ve şiddet üreten kavramlar olarak tanımlandığı,
ailenin kadına ve çocuğa şiddetin üretildiği tehlikeli bir mekân olarak gösterildiği İstanbul Sözleşmesi, Müslüman
bir toplumun aile yapısını yerle bir etmek için tasarlanmıştır.
VAHŞİ EMPERYALİSTLER BİZE KADIN HAKLARINI ÖĞRETEMEZ
İşin en üzücü tarafı kadına şiddeti önleme propagandasıyla sunulan bu sözleşmenin dünyada nerde bir kadın varsa
ona şiddet uygulamış Batılı emperyalistler tarafından hazırlanmış olmasıdır.
Irak’ta bir buçuk milyon Müslüman’ı kadın, çocuk demeden katleden, 200 bin kadının iffetini kirleten, Suriyeli
kadınları evlerinden ocaklarından eden, Arakanlı kadınların diri diri yakılmasına göz yuman, Doğu Türkistanlı
kadınların evlerine Çinli erkekleri yerleştiren, Avrupa’nın tam ortasında Bosnalı kadın ve çocukları katleden,
Filistin’de uyguladıkları ambargoyla kadın ve çocukların ilaçsızlıktan can vermesine sebep olan, Afrikalı kadın ve
çocukları açlığa mahkûm eden, bu topraklarda destekledikleri terör örgütleriyle asker ve polislerimizi şehit edip,
geride gözü yaşlı kadın ve çocuklar bırakan yani yeryüzünde nerede bir kadın varsa bir şekilde ona bir şiddet ve
zulüm uygulamış vahşi Batı medeniyetinin kadına şiddeti önleme adına bir proje üretebileceğine inanmak büyük
bir akıl tutulmasıdır.
*******************************************************************************************
İstanbul Sözleşmesi insanı tarihten silme projesidir
İhsan Şenocak
Allah Azze ve Celle, erkekte ona özel ses, duygu, davranış, heyecan ve yöneliş yarattı. Kadını da erkeğe nisbetle
daha zarif daha latif daha duygusal olma husûsiyetleriyle donattı. Biri kız diğeri erkek olan ikiz kardeşte bu
farklılığı bütün kareleriyle müşâhade etmek mümkündür. Kızların oyunlarıyla erkeklerinki birbirinden farklıdır.
Biri bebeklerle oynamaktan hoşlanırken diğeri atlar, arabalar ister. Biri ev ortamındaki oyunlardan diğeri savaş
aletlerinden zevk alır. Biri daha süslü elbiseler arzularken diğeri sadeliği tercih eder. Aile, çocuklardaki bu fıtrî
farklılığı önce himâye etmeye sonra da eğitimle aslına uygun bir şekilde geliştirmeye memurdur.
“İNSANLARIN HAYÂ DAMARLARI UYUŞTURULDU”
Menfaati için çevre dahil mâlik olduğu her şeyi kirleten modern zaman insanı, nesilleri de bozdu. Ahlak yobazları,
kız ve erkeklerin önce oyunlarının içeriğine müdahale etti sonra da ‘Cinsiyet eşitliği’ projesine bağlı olarak
beşeriyetin genleriyle oynadı. Siyâsî ve ictimâî hayatın figürleri bu ifsad hareketine tam destek verdi. Bu noktada
bazı üniversiteler kız-erkek tuvaletlerini birleştirirken bazı belediyeler de kızlı erkekli karışık evler/yurtlar açtı.
Diziler, yarışma programları cinsler arasındaki farklılığı yok sayan formatta ekranlara taşındı. İnsanların hayâ
damarları uyuşturuldu.
“BEŞ YILDIZLI FUHUŞ EKONOMİSİ DESTEKLENDİ”
Kur’an-ı Kerim’in ‘yaklaşmayın’ buyurduğu, şeriat gibi aklın da büyük bir cürüm olarak kabul ettiği zina, suç
olmaktan çıkarıldı. Kadın üzerinden para kazanan nâmus yobazlarını memnun etmek için ‘Ahlâken çöküyoruz’
diyen hocalar susturuldu. Turizm adı altında ‘beş yıldızlı fuhuş ekonomisi’ desteklendi. Erkekler hangi oyunları
oynuyorsa kızlar için de aynı oyunlar tertip edildi. İffetsiz projelerin, narkozlanan cemiyeti ahtapot gibi sarıp
sarmalamasına seyirci kalındı. İnsan niçin yaşadığını bilmezse hayatı tersine döner, akıl şehvetinin kölesi, nefis de
ruhunun sultanı olur. Nihayet öyle bir çukura düşer ki nikahsız ilişkiler de kendini tatmin etmez. Hem şeriata hem
akla ve hem de fıtrata muârız yollara başvurur. Bu yüzden kadının erkekle nikahsız münâsebeti olan zinanın da
tatmin etmediği güruhtan erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla birliktelikte teselli arıyor.
“BATI, MEZARINI KENDİ ELLERİYLE KAZDI”
Nikahın yerine zinayı, zinanın yerine de eşcinselliği koyan Batı, aslında hızla bitiyor. İnsanlığı yok etmek için
yaktığı şehvet ateşi kendini çepeçevre kuşattı. Allah’ın tâyin ettiği sınırlara tecavüz eden milletlerin nasıl
savrulacağının çağdaş bir misâli olarak bir felaketten diğerine savruluyor. Kadından usanan erkek erkekle, ondan
da usanan hayvanla, hayvandan usanan ise kurtuluşu intiharda arıyor. Hangi Batı ülkesindeki kadın ya da erkeğin
sahip olduğu milyon dolar, bir İslâm ailesindeki bir anlık huzur eder. Papazlar, ‘30 yıla varmaz Avrupa’da
Hristiyanlar azınlık olurken Müslümanlar sayısal çoğunluğa ulaşacak’ diye ağıtlar yakıyor, “Evlenin, çoğalın ey
kilise bağlıları’ diyor. Allah’ın yaratış kanunlarıyla oynayan her uygarlık gibi Batı, mezarını kendi elleriyle kazdı.
Zina ve eşcinsellik propagandasıyla da Müslümanları kazdığı bu mezara çekmek için çırpınıyor.
“ÂLİMLER YA SUSTURULDU YA DA ŞEHİD EDİLDİ”
Büyük sermaye sahiplerinin desteklediği iffetsizlik projesi, insanlığın yarınlarını tehdit eden bir noktaya geldi. Bu
büyük felakete karşı Millet-i İslam’ı ikaz eden alimler ya susturuldu ya da şehid edildi. Fransa ve Hollanda’nın
öncülüğünde Mali’de yapılan eşcinsellik propagandasına sert tepki gösteren Ulemâ-i İslam’dan İslâm Konseyi
Genel Sekreteri Abdoulaye Aziz Yattabaré 19 Ocak 2019 tarihinde sabah camiye giderken öldürüldü. Büyük haber
ajanslarının sessiz kaldığı bu hadise, projenin ne kadar kapsamlı ve tehlikeli olduğunu gözler önüne sermektedir.
“ZİNAYI AŞK, NAMUSSUZLUĞU DA ‘ONUR YÜRÜYÜŞÜ’ DİYE NİTELENDİRDİLER”
Zinayı aşk, namussuzluğu da ‘onur yürüyüşü’ olarak niteleyenler; Türkiye’yi de aynı felâkete sürüklemek için yeni
tuzaklar kuruyor. Namussuzluk vebasından kurtulamayacağını anlayan Batı ve işbirlikçileri, fuhuş albümüne
dönen gazete ve muzahrafât oluğundan farksız ekranları kullanarak öldürücü mikrobu İslâm dünyasına da
taşımakta ve adeta; “Eğer ben yok olacaksam, sen de yaşamayacaksın” demektedir. Ne gariptir ki Batı’nın silahla
yok edemediği Bilâd-ı İslâm; basiretsiz idareciler, yüreksiz âlimler ve ferâsetsiz mütefekkirlerin elinde bu vebanın
yayılmasını seyretmektedir.
MİLLETLERİ YOK EDEN MANEVİ HASTALIKLAR İÇİN ÖNLEM ALINMALI
Alenen tel’in edilmesi gereken onursuz ilişkileri, “Allah ve Resul düşmanları ne der?” endişesiyle “serbest
ilişkiler” terkibiyle tenkid eden bir irâde elbetteki bu ahlaksızlık tûfânında Nuh’un Gemisi olamaz. Hayvanlar
âleminde dahi görülmeyen bu ameliyeden gençliği ondan nefret edecek bir ruh mikyasında yoğuramaz. Verem
olan bir hastaya üzülmemesi için “grip” olduğunu söyleyen bir tabib ona merhamet değil, ihanet eder. Hastalığın
vahâmetini gizleyerek hastanın tedaviyi basite almasına ve ölümcül bir hale dönüşmesine yol açar. Milletleri
kemirip yok eden mânevi hastalıklar için de vaktinde önlem alınmaz; âlimler, mütefekkirler îkaz edici açıklamalar
yapmazlarsa sükûtlarıyla helak sürecine katkıda bulunurlar.
“İNSANI, HAYVANLAR ÂLEMİNE MAHKÛM EDEN BİR ZİHNİYETİN ÜRÜNÜDÜR”
İnsan hayatından evlenme kavramını çıkaran ‘serbest ilişki’ terkibi esasında, erkeğin de kadının da dilediği
birisiyle birlikte olmasını normal kabul eden, insanı hayvanlar âlemine mahkûm eden bir zihniyetin ürünüdür.
Serbest ilişkinin eşcinsellik boyutu ise “Belhum edal”den daha aşağı bir hayata savrulma hâlidir. Darwin’in
evriminin bir masaldan ibaret olduğunun güneş gibi zâhir olduğu günümüzde Kur’an-ı Kerîm’in haber verdiği ters
bir evrim var ki, mevcut hâlleriyle Batı ve mukallitleri onu ilan etmektedir. O da insanın
maymunlaşması/hayvanlaşmasıdır.
“LGBT’Yİ SELAMLAYANLAR GENÇLİĞİ FELAKETE ÇAĞIRIYOR”
Dişini tırnağına takan, çalışan, aile olan, çocukları için her nev’i fedâkarlığa katlanan, onları okutup yarınlara
hazırlayan bir baba ya da anne için erkek evladından, “Ben bir erkekle beraber olmak istiyorum’ ya da kız
çocuğundan, ‘Kız arkadaşımla karı-koca olacağım” sözünü duymaktan daha kahredici bir ifade olabilir mi? İnancı
ya da ideolocyası ne olursa olsun hangi ebeveyn böyle bir ifade karşısında ayakta durabilir. Cinsiyet eşitliği
diyenler ya da devletin ve milletin imkanlarıyla belediyelerden LGBT’yi selamlayanlar gençliği böyle bir felakete
çağırıyor. İnsanın kadın ve erkek olarak yaratıldığı gerçeğini inkar anlamına gelen ‘İstanbul Sözleşmesi’ sadece
Allah ve Resulüyle sözleşmesi olan Müslümanların değil, akıl ve vicdan sahibi her tür insanın reddetmesi gereken
bir metindir.
“MÜSLÜMANLAR OLARAK HEPİMİZ SORUMLUYUZ”
Ne acıdır ki ‘Bu Ülkede’ tarihselcilerin Kur’an-ı Kerim’i, sünnet-i seniyyeyi reddedenlerin de Peygamberi
sorgulaması ‘bilimsel ameliye’ ya da ‘düşünce özgürlüğü’ olarak kıymetlendirilirken, Batı uygarlığının sefâhatini
sorgulamak ise gericilikle yaftalanmaktadır. Sinemadan internete kadar medyanın her çeşidinden cemiyete oluk
oluk iffetsizlik akarken sessiz kalmayı ‘maslahat’ telakki edenler, nesillerini kaybettikten sonra bütün makamlara
sahip olsa ne önemi var. Manzaradan siyâsî irade başta olmak üzere âlimler, ârifler, ilahiyatçılar, muallimler,
müderrisler, yazanlar, okuyanlar, ve Müslümanlar olarak hepimiz sorumluyuz.
SİYASİ İRADE, BU UCUBE SÖZLEŞMEYİ İMZALAMAKTAN SORUMLUDUR
Siyasi irade İstanbul Sözleşmesi gibi ailenin intiharı anlamına gelen bir ucubeyi imzalamaktan sorumludur.
Hocalar da Allah Resûlünün en iffetsiz bir çağda inşa ettiği o en iffetli millet yapısını esas alarak insanları
‘münkerden’ nehyetmemekle mesuldür. Fesad yolu kanunla meşrulaştırılır, ulema da susarsa gençlik içerisinde bir
güruh gider, güzeli bırakıp çirkine mahkum olur. Hz. Lut zamanında olduğu gibi kadınları bırakıp erkeklerle
birlikte olma ameliyesini meşrulaştırmaya matuf sefih ameliyelere ‘onur yürüyüşü’der.
“BU HAYÂSIZLIK YOLUNUN SONU DA HZ. LUT’UN KAVMİ GİBİ HELAKTiR”
Gece gelince gündüz zâil olur, Bâtıl hâkim olunca Hak başka bir diyara hicret eder. İffetsizlerin hâkim olduğu bir
çağda en büyük cürüm ise Müslümanların ‘iffet’ çağrısıdır. Bu yüzden Hz. Lut’un kavmi, insan suretindeki
melekler ona misafir olarak geldiğinde evini basmıştı. Hızını alamamış, Hz. Lut ve ümmeti için; ‘Çıkarın onları
ülkenizden. Güya onlar (eşcinselliğe karşı çıkarak) temiz kalma davasında olan insanlarmış’ diye kendilerince
ironi yapmışlardı. Batı’nın girmiş olduğu bu hayasızlık yolunun sonu da Hz. Lut’un kavmi gibi helaktır.
“ÇAĞIN SORUNLARI, NAZARA VERİLEREK YENİDEN OKUNMALIDIR”
Âlem-i İslâm’ı felâkete çağıran bu halden Müminler Allah’ın lütfuyla bu çağda da kurtulacaktır. Bu ise Hz. Lut
gibi sefil ilişkilere karşı toplu bir seferberlik başlattığımızda tecelli edecektir. Siyasi irade fesad yollarını
kapatmalı, reklam, yarışma, dizi adı altında kadın ticareti yapan kalanları tecziye etmeli. Âlimler, ârifler bu inkar
hareketine karşı toplanmalı ve sürekli güncellenen İblis’in taarruzlarına, geliştirdikleri yeni davet usulleriyle karşı
koymalı. Ezbere konuşma yerine gençlerin dünyalarının rontgenini çekip ona göre teşhis ve tedavide bulunmalı.
Kur’an-ı Kerim ve Allah Resûlünün sünneti çağın sorunları nazara verilerek yeniden okunmalıdır.
HAZRETİ PEYGAMBER’İN ZİNADAN ALIKOYDUĞU GENÇ SAHABE
Şu muhâvere, mücadeleye nasıl ve nereden başlayacağımıza esas olsun. Bir gün Allah Resûlünün yanına ‘zina’
arzusunun idrak yollarını kapattığı bir genç gelip, ‘Ey Allah’ın Resûlü zina etmeme müsade et’ dedi. Orada
bulunan sahabe de kızıp gencin üzerine yürüdü ve ‘Dur, dur’ dedi. Bunun üzerine Efendimiz gence, “Bana doğru
yaklaş’ buyurdu. Genç biraz yaklaşıp oturdu. Ardından Allah Resûlü ona, ‘Annenle zina edilmesini ister misin?’
diye sordu. Bu sual karşısında irkilen genç, ‘Anam-babam yoluna feda olsun Ya Rasûlellah elbette istemem’ diye
karşılık verdi. Daha sonra Allah Resûlü sırasıyla kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesini sayarak hiç kimsenin
yakınlarıyla zina edilmesine rıza göstermeyeceği gerçeğini gence ‘Elbette istemem’ ifadesini tekrar ettirerek tasdik
ettirdi. Sonra da elini omuzuna koyarak,’Allah’ım bu gencin günahlarını bağışla, kalbini temizle, iffetini koru’
diye dua etti.
“AİLE BAKANLIĞI, İSLÂM AİLE YAPISI ESAS ALINARAK YENİDEN YAPILANDIRILMALIDIR”
Osmanlı İslam devletini parçalayanlar lisandan medreseye kadar her şeyi elimizden aldı. Büyük müktesebattan bir
aile kaldı. Millet, dağıttığı ailenin tesellisini köpek beslemede ve kavimlerin helakına sebeb olan onursuz
ilişkilerde arayan emperyalist Batı’nın her nev’i işgaline aileyle direndi. Varlığımızın teminatı olan aile, onu yıkan
Avrupa’ya uyum yasaları çıkararak değil, ihyâ eden İslâm’a kayıtsız şartsız ittiba ederek korunur. Bunun için Aile
Bakanlığı, İslâm aile yapısı esas alınarak yeniden yapılandırılmalıdır. Başına aile yapısıyla milletimize örnek
olacak bir zat getirilmelidir.
FEMİNİSTLERİN DEVLETE TAHAKKUM KURMASI ENGELLENMELİ
İslâm’a muhâlif olmanın yanında erkekleri de evlenmekten soğutan süresiz nafaka gibi düzenlemeler lağv
edilmelidir. İslamcı görünümlü feminist vakıf ya da derneklerin devlet üzerindeki ‘buyurgan’ tasarruflarına fırsat
verilmemelidir. Aileyle alakalı kararların alınmasında bir kaç feministin değil Allah’ın murâdı esas alınmalıdır.
Cinsiyet eşitliği üzerinden hayvanlar âleminde dahi örneği olmayan iffetsiz bir hayatı meşrulaştırarak aileye
ölümcül darbe vuran İstanbul Sözleşmesi hemen fesh edilmelidir. Çocuklarının ruhunu iffet kalıbında mayalayan
atalarımızın yolunu bırakıp onursuzluğa “aşk” diyenlere; sanatçı, yazar, çizer değil, ahlak ve nâmus yobazı
denilerek tavır alınmalı, yeni yobazların üremesine mâni olunmalıdır” dedi.
“MÜMİNLERİN ELİYLE İNSANLIK BU BUHRANDAN ÇIKACAKTIR”
Ankara Barosu hadisesinin dolaylı yoldan müsebbibi ‘Harama haram’ demekten korkan, ‘bunlar haramdır’ diyen
hocaları aşırılıkla itham eden, vaazların suya sabuna dokunulmadan yapılmasını isteyen yetkililerdir. Lut kavmi
bağlılarının yüzyıldır eşcinselliği ‘hayvandan daha aşağı bir hayat’ olarak anlatıp, gençleri büyük fitneye karşı
uyaran Diyanet’i bugün hedef almaya cüret etmesinin arkasında İstanbul Sözleşmesi vardır. Eğer kulluk ödevini
yerine getirirsek, Câhiliyye’den İslâm Devleti çıkaran Rabbimiz, bu çağın Müminlerinin eliyle de insanlığı bu
buhrandan çıkaracaktır.
*******************************************************************************************